Çünkü insanın kendi varlığının farkında oluşu, dış koşullardan ziyade kişinin hayatına dair içsel sorumlulukları ve tercihleri dahilinde gerçekleşebilir. İnsan evde, izole bir hayat sürerken özgürleşebildiği gibi, dışarıda normal bir hayat sürerken de tutsaklaşabilir. Köle iken özgür, kral iken tutsak olabilirsiniz.
Görünmeyen bir tehlike hızlıca tüm yaşamları tehdit etmeye başladı.
Normal olan ne varsa, tüm alışkanlıklar ve gündelik hayat zorunlulukları birden bire ip gibi kesildi...
Kapıları, pencereleri kapadık, evlere sığındık...
Sınırları, ülkeleri kapadık, ulusları geri çağırdık...
Hali hazırda hızla parçalanıyor olan 'küresel köy', yerini devlet sınırlarına çekilen bir karantina ve izolasyon dalgasına bıraktı...
Herkes kabuğuna çekiliyor...
İnsanlar ve devletler birbirinden daha fazla şüphe duymaya başlıyor, tüm yakınlıklar yerini huzursuz bir uzaklaşmaya bırakıyor.
Uygarlık, bir hayalet ile karşılaşmış gibi içine doğru çöküyor, büzüşüyor...
Toplumsal korkunun ve paniğin enkazı altında kalıyor bireysel varoluşlarımız.
Ve tüm alışkanlıklar darmaduman olurken, gelecek hızla belirsizliğe gömülürken, kadim bir soru yankılanıyor uzak çağlardan bugüne, nasıl yaşamalı, nasıl mutlu olmalı?
***
Aslında bugün yaşananlar bir varoluş krizi olarak da okunabilir.
Coronavirüs süreci beraberinde siyasi, ekonomik ve çok ciddi yapısal dönüşümler getirecek.
Fakat aynı zamanda tüm bu dönüşümler varoluşsal bir kriz ile paralel yaşanacak.
Zaten hali hazırda yaşanan varoluş krizi, bu süreçle birlikte yeni bir boyuta da sıçramış oldu.
Küreselleşme sürecinin parçalanması, yeniden ulusların ve otoriter yönetimlerin güçlenmesi, insanların sahip olduğu toplumsal amacın yerini bireyselleşme ve bir çeşit anlamsızlık krizinin doldurması hali hazırda bu varoluşsal krizin semptomları olarak okunabilirdi.
Ve bugün bir virüsün yarattığı şok dalgalarıyla, bu semptomlar da en aşırı uçlarda kendisini ifade eder oldu...
Ütopyanın yittiği, dünyanın gittikçe distopya vari bir senaryoya benzediği bir zamanda, coronavirüs insan uygarlığının ne denli kırılgan olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
***
Peki normalin ve gündelik olanın yerini, varoluşsal krizin belirleyiciliğine bıraktığı zamanlarda ne yapmalı, nasıl bir yön ve yol belirlemeli ve en önemlisi bir birey, iradi bir varlık olarak nasıl yaşamalıyız? Kısacası bir felaketin gün yüzüne çıkarttığı varoluşsal kriz ile ne yapmalıyız? Bizim bu dönemde belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey felsefe... Özellikle Stoacıları hatırlamak.
***
Helenistik felsefenin yükselişi, o dönemki geleneksel kurumların dönüştüğü, salgın hastalıkların kol gezdiği, özellikle kent devletlerinin parçalanıp imparatorlukların kurulmaya başladığı bir döneme denk gelir.
Aslında denk gelir demek yanlış... Dönemin felaketler ve aşırı dönüşümlerle belirlenen yaşantısında, hayata, mutluluğa, özgürlük arayışına ve nasıl yaşanmalı sorusuna bir cevap olarak Epikürosculuk ve çok daha uzun bir süreye yayılan Stoacılık ortaya çıkar... Her iki felsefe de felaket, parçalanmışlıklar ve yeniden yapılaşmalarla şekillenen bir dönemde aslında mutluluk ve özgürlük probleminin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Ve aradan asırlar geçmiş olsa da bugün hala tekrardan okunup hatırlanmayı, dahası günümüz için kullanışlı bir felsefe olarak değerlendirilmeyi hak ediyorlar...
Stoacılık ve Kıbrıslı Zenon
İlk Stoacı okul, aynı zamanda Kıbrıslı olan Zenon tarafından kurulur. Rivayete göre bir yolculuğu sırasında Zenon'un gemisi batar. Hayatını zor kurtarır. Yazmış olduğu bütün metinler ve tıp formülleri yok olur. Bu felaket karşısında Zenon, sakinliğini ve sükunetini kaybetmez, felaketi kabullenir, bunu doğal durumun bir getirisi olarak görür ve yaşamına devam eder.
Stoacılar için erdem ve mutluluk önemlidir. Bir kişinin erdem ve mutluluk değerlerine sahip olması için de önce doğal durumu kabul etmesi, doğanın yasalarına aykırı davranmaması ve bunu tanrının bir yazgısı olarak görmesi gerekmekte. Fakat burada bahsedilen tanrı yazgısı, aşkın ve kudretli bir tanrı değil, doğanın bir parçası, doğal durumun bir yansıması olarak tanrıdır. Stoacıların yazgı, kader ve tanrı anlayışları panteistir. Erdem, mutluluk ve iyi yaşam da doğa ve doğa kuralları ile uyumlu bir yaşamdır. İnsan doğal durumu dönüştürmeye, değiştirmeye ve kendi istediğini gibi şekillendirmeye çalıştıkça mutsuz olacaktır, başına felaketler gelecektir ve erdem sahibi olmayacaktır. İyi ve erdemli yaşamın yolu, doğaya uygun yaşamaktan, insanların eylemlerinin doğa yasalarıyla uyuşmasından geçmektedir.
Bir parantez açacak olursak, yüz yıllardır yaşanan büyük felaketlerin bir çoğu, hatta bugün yaşadığımız coronavirüs salgını da insanın doğa ile kurduğu ilişkide yatmakta. Doğa üzerinde hakimiyet kurmaya ve doğa yasalarını değiştirmeye çalıştıkça beraberinde felaketleri de getirdik... Halbuki antik dönemlerde stoacılar, insan erdeminin ve mutluluğunun yolunun doğa yasalarıyla uyumlu bir yaşamdan geçtiğini yazmıştı.
***
Stoacılar aynı zamanda Epikuroscular gibi sakin bir yaşam önerir ve doğal durumdan kaynaklı insanın başına gelen şeylerin kabullenilmesi gerektiğini söyler. Aksi durum, yani kabullenmeme, akla uygun olmayacaktır ve erdemli bir yaşamdan bizleri uzaklaştıracaktır. Bir nevi, Zenon'un hayatına devam etmesi için başına gelen felaketi kabul etmesi, sakinliğini ve sükunetini bozmaması gerekmekteydi.
Bugün pek çoğumuz yaşadığımız felaket karşısındaki izole yaşamlarımız bir tutsaklık gibi gelmekte. Halbuki stoacı düşünür Epiktetos, erdemli bir yaşamın hedefi olarak mutluluğa nasıl ulaşılabileceğini sorar ve bu soru kendisini bilgelik ve özgürlük problemine götürür. Epiktetos'a göre özgürlük, tüm dış baskı ve zorlamalara rağmen aklın tutarlılığı ve ruhun iç barışı, bir nevi kişinin kendi kendisiyle barışık olma durumudur. Epiktetos bunun için de kişinin kötü duyguların sonucu olan aşırı istek ve ihtiraslardan vazgeçmesi gerektiğini, bunlarla yüzleşmesi gerektiğini söyler. Yani bir nevi özgürlük iç dünyamızı, dış dünyada seyreden kötülüklerden ve mutsuz edici arzulardan korumakla ilgili.
***
Burada yine bir parantez açmakta fayda var. Evlere kapandığımız, izole olduğumuz bir nevi 'yalnızlaştığımız' bu süreç aslında tam da insanın içine doğru bir yolculuğa çıkması için de fırsat. Başımıza gelen felakete dair korku, panik ve kaos değil; içe dönüş, kendi kendini sorgulama ve en önemlisi erdemli bir hayatın nasıl olabileceğini düşünmek için çaba üretmek lazım. Eğer gerçekten özgürlük ve erdemli bir yaşam, bizi sürekli olarak mutsuzluğa sürükleyen arzu ve ihtiraslardan vazgeçip, içsel tutarlılığı ve sükuneti keşfetmek ise, o halde bir felaket karşısında, felaketin olmadığı durumlardan daha da özgür olabiliriz. Aynı şekilde normal hayat koşuşturması içerisindeki varlığımızın birer tutsaklık olduğunun farkına da varabiliriz.
Çünkü insanın kendi varlığının farkında oluşu, dış koşullardan ziyade kişinin hayatına dair içsel sorumlulukları ve tercihleri dahilinde gerçekleşebilir. İnsan evde, izole bir hayat sürerken özgürleşebildiği gibi, dışarıda normal bir hayat sürerken de tutsaklaşabilir. Köle iken özgür, kral iken tutsak olabilirsiniz.
***
Stoacılarla ilgili son bir not... İlk dönem Stoacılar, eşitlikçi, dayanışma ve paylaşıma dayalı, aslında devletin de olmadığı bir toplum düzenini tahayyül eder. Aynen Epikuroscular gibi dayanışma, eşitlik ve paylaşıma dayalı bir hayat sürerler. Tahmin edilebileceği gibi paranın veya maddi zenginliğin bir önemi yoktur. Esas olan, herkesin kendisine ve topluluğa yetebilen bir yaşam benimsemesidir. Dolayısıyla ilk dönem Stoacılarda adalet ve ölçütlük ilkesi de erdemli ve mutlu yaşamın bir tamamlayıcısıdır. İçinde bulunduğumuz süreç de adalet ve paylaşım ilkelerinin yeniden hatırlanması, belki de yokluğunun fark edilip yaratılması gereken bir süreç olarak yaşanıyor. Bugün ne yazık ki marketlere akın eden insanların sanki de başkası yaşamıyormuş gibi her şeyi düşüncesizce fazla fazla alması, aslında toplumsal ve bireysel alanda adalet ve paylaşım duygumuzun ne kadar eksik olduğunu göstermekte.
Halbuki her şeyin ters yüz olduğu bir dönemde, en büyük zenginliğimiz paylaşmaktan, empatiden ve dayanışmadan gelecektir.
***
Tüm bunları neden yazdım? Çünkü tüm alt üst oluş dönemlerinde olduğu gibi insanın, insan olmaktan kaynaklı yaşadığı krizde en çok kendini bilmeye belki de yeniden keşfetmeye ihtiyacı var. Bunun için de yol gösterici kılavuzumuzun felsefe olduğunu düşünüyorum.
Krizden sonra nasıl bir toplum yapısı olacak, bugün izole olan ve ne kadar süreceği belli olmayan bu süreçten kişiler nasıl çıkacak, toplumsal yapılar nasıl şekillenecek? Bunların kestirme cevapları yok, bir takım güçlü ön gürüler var tabii. Fakat kesin olan bir şey var, kimse dışarıya çıktığında, içeri girdiği zamanki kişi olmayacak. Toplum, birey ve uluslar bu süreci başkalaşarak geçirecek. Ve benim önemsediğim sonucundan ziyade bu sürecin nasıl deneyimleştirileceği.
***
İzolasyon, kriz ve parçalanmışlık insanlarda kötücül duyguların ve varoluşların depreşmesini sağlar.
Bu kötücül dalga ile baş edebilmenin yolu, herkesin kendi kendisinin arkeoloğu olmasından, korunaklı alanlara kapanırken aynı zamanda içsel bir yolculuğa da kapı aralamasından, kendisini, toplumu ve yaşamın değerini ölçüp biçmesindan; erdemli ve mutlu bir yaşamın yönünü bu keşmekeş içinde çizebilmesinden geçmekte.