MARAŞ’TAN HATIRALAR…
“Maraş pikniği”nden bir gün önce sorularımızı yanıtlayan Erina Karamondani, Maraş’tan hatıralarını ve hissettiklerini anlattı…
“Yıllarca rüyalarımda Maraş’a gidiyordum gizli tünellerden geçerek... 2004’te Maraş’ı görünce, rüyalarım sona erdi... Maraş’ı o şekilde görmek, kalbimi kırmıştı... Bu yeni acı, rüyalarımı öldürmüştü...” 2
“Maraş pikniği”nden bir gün önce, sorularımızı yanıtlayan Erina Karamondani, Maraş’tan hatıralarını ve hissettiklerini anlattı…
Onunla söyleşimizin son bölümü şöyle:
SORU: Bu kentten sana geride neler kaldı? Kalbinde, aklında, ruhunda...
ERİNA KARAMONDANİ: Maraş’tan kalbimde kalan şey, insanların bu kenti bunca özgün ve refah hale getiren ilerici, kozmopolit yapılarıdır. Maraş, pek çok bakımdan, diğer kentlerden çok öndeydi: altyapı bakımından (liman, kanalizasyon sistemi), kültür, sanat, eğitim, turizm ve spor bakımından... Maraş çok özel bir yerdi çünkü yurttaşları özeldi. Ne yazık ki bu insanların çoğu vefat etti ve anlıyorum ki Maraş’a eğer geri dönebilsek dahi, hiçbir zaman aynı Maraş olamayacaktır. Ancak herşeye karşın o güzel parlak günlere bakabiliriz ve bu da gelecek kuşaklara bir ilham kaynağı olarak hizmet edebilir!
SORU: Maraş’ta en favori yeriniz neresiydi?
ERİNA KARAMONDANİ: Elbette sahil! Zamanımın çoğunu sahilde geçiriyordum!
SORU: Maraş’tan ayrıldığınızda kaç yaşındaydınız? Bu ayrılıktan neler hatırlıyorsunuz? Nasıl ayrılmıştınız? Birisi ailenizi uyarmış da onun üzerine mi ayrıldıydınız? Yanınıza herhangi bir şey alabilmiş miydiniz yoksa herşeyi bırakıp gitmek zorunda mı kaldıydınız? Nereye gitmiştiniz ve nasıl atlatabildiniz ondan sonra bu yaşadıklarınızı?
ERİNA KARAMONDANİ: 1974 yılında henüz dokuzbuçuk yaşında olmama karşın, Maraş’tan ve Maraş’ta yaşayan insanlardan çok canlı hatıralarım vardır. Uzun yıllar boyunca bu hatıralarım, sadece benim hatıralarım olmadığını; benim hatıralarımla birlikte işittiğim öykülerin bir karması olduğunu düşünmekteydim. Ancak zaman geçtikçe anladım ki o hatıralar gerçekten de benim hatıralarımdı, beynime ve kalbime, yaşadığım travma nedeniyle kazınmışlardı. Bizler zengin değildik ancak hayatlarımız rahattı ve neredeyse mükemmeldi; sahilde evlerimiz vardı, evimizin tam önünde teknelerimiz vardı, kültür-sanatla dolu, gelişen bir ekonomiye sahip bir şehirde yaşıyorduk; bu neredeyse gerçek olamayacak kadar iyiydi...
Darbenin olduğu o korkunç günde yani 15 Temmuz 1974 günü ben Aya Napa’da kız izcilerle birlikte kamptaydım. Yetişkinler bir darbe olduğundan söz ediyordu ancak biz ne olduğunu anlayamıyorduk. Sonra derseniz, annem beni almaya gelmişti ve eve dönerken panik içinde insanlar, askerler ve her yerde tanklar gördüğümü hatırlıyorum.
Babam bundan sonra olacakları hemen tahmin etmişti, atını ve şirketine ait bir kamyonu evimize getirdi derhal. Ondan sonra kardeşiyle (amcamla) birlikte eski limana giderek teknesini deniz yoluyla Larnaka’ya götürmüştü. Ondan sonraki günler ise cehennem gibiydi ve Mağusa’daki barışçıl yaşamımız artık sonsuza kadar sona ermişti. Oturma odamızdan Kantara’daki yangını görebiliyorduk ve tiz siren sesleri hala kulaklarımdadır... Sonra da savaş uçakları gelip bizleri bombalamıştı. Çıkan ses çok korkunçtu ve ürkütücüydü, yan tarlada duran atımızın ne kadar panik içerisinde zıplamış olduğunu da hiç unutmayacağım... Amcam bizleri sokağın karşısında bulunan bir bodrum katındaki bir sığınağa götürmüş ve nasıl korunamız gerektiğini göstermişti. Transistör radyomuz BBC’ye ayarlıydı ve hep bizimleydi. Radyo kanalını ne zaman CBC’ye (RİK’e) çevirsak, kaç tane Türk uçağı düşürüldüğünü anlatmaktaydı... Yalanlar, onca çok yalan...
Bizler yalnızca çocuktuk ve neler olup bittiğini anlayamıyorduk. Tek bildiğimiz, barışçıl hayatımızın sona ermiş olduğuydu...
Annem panik halindeydi. Karaolos’taki deniz üssünde bulunan kardeşim Viktor’la iletişimi kopmuştu... Oğlunun iyi olup olmadığını öğrenebilmesinin yolu da yoktu. Sonra ateş-kes geldi ve tekrardan Vespa’ya bindik, bu kez bombalanmış Maraş’ı gezip fotoğraf çekiyorduk! Salaminia Tower Otel’e gidişimizi, yıkılmış binanın hemen yanında dev bir krater oluştuğunu... ölümü ve yıkımı görüşümü asla unutmayacağım... Bu yıkıntılarda ölmüş genç bir adamın bedenini henüz oradan aşağıya indirmişlerdi.
Eve döndüğümüzde mayolarımızı giyip denize atladık, sanki de hiçbirşey olmamıştı ve hayat, kaldığımız yerden devam ediyordu... Sanırım bu hayatın herşeye rağmen devam ettiği yönündeki çocuklara özgü bir içgüdüydü... Bu, Mağusa’nın denizinde son yüzüşüm olacaktı...
SORU: 1974’ten sonra siz ve aileniz neler yaptınız? Nerede yaşadınız? Nasıl hayatta kaldınız? Rüyalarınıza girdi mi Maraş? Oraya nasıl geri döneceğinizi düşünüyor muydunuz? Uzaktan kentinize bakarken neler hissediyordunuz? Doğduğunuz yerden uzakta nasıl yaşıyordunuz?
ERİNA KARAMONDANİ: 14 Ağustos 1974 sabahı annemle babam “Gitmelyiz” demişlerdi. Onlara “Kedim ne olacak?” dediğimi hatırlıyorum... Elbette, kedi geride kalmıştı... Annem evi kilitlemiş ve buzluğu üstünde bıraktığını söylemişti. Geri döneceğimize göre, yiyeceklerin bozulmasını istemiyordu...
Çabucak ayrıldık, yalnızca çok elzem şeyler almıştık yanımıza. Bir geceliğine Aya Napa’ya gittik, sonra bir geceliğine Leymosun’a gittik, sonunda da Larnaka’da teknemizde yaşamaya başlamıştık. Bir teknede yaşayan göçmenlerdik! Aya Napa’dayken babam kamyonla eve dönerek bazı değerli şeyleri ve biraz giysi alarak geri gelmişti. Birkaç bebeğimi getirmişti bana evden, bugüne kadar o bebeklerimi sevgiyle saklıyorum...
Eylül ayında, okullar açılmadan hemen önce annem bizi Lefkoşa’ya, ninemle birlikte kalmaya götürmüştü. Babam teknede kalmaya devam edecekti, işler düzelinceye ve kendi işini tekrar kuruncaya kadar... Annemle babam bir daha bir araya gelmedi.
İlkokulu ninemin evinin bulunduğu Ayii Omoloyides’te bitirdim. Okulda ben ve başka çocuklar göçmen çocuklardık... daha küçük bir Tanrı’nın çcouklarıydık... Garip bir durumdu, oraya ait olmadığımızı hissediyorduk. Ailemiz şanslıydı; sevdiklerimizi kaybetmemiştik; yalnızca evlerimizi kaybetmiştik. Acımız büyüktü ancak bir kardeş ya da anne veya babasını kaybetmenin insanı ne hale getirebileceğini düşünemiyorum bile... Birkaç ay boyunca ninemde kaldık ve sonra da dayımın sağladığı küçük bir apartman dairesine taşınmıştık. Tek yatakodasında üçümüz yaşıyorduk. Mağusa’da sahip olduklarımızın yanına bile yanaşamıyordu bu durum ancak önemsizdi; güvendeydik. Babamın şirketi savaştan hemen önce İngiliz Üsleri’nde bir bakım onarım kontratı imzalamıştı. Bu kontrat, işlerini yeniden kurmak için tek umuttu çünkü klima takmayı gerektiren herhangi bir otel kalmamıştı...
Bunu izleyen yıllar çok zordu; bizler “ksenoi” yani “yabancı” idik kendi ülkemizde. Ancak bir şekilde hayatımızı sürdürdük. Her yaz 14 Ağustos’ta teknemizi Mağusa’ya doğru sürüyor ve bayrak direğine siyah bir bayrak çekiyorduk. Dürbünle evimizi görebileceğimiz en yakın noktaya kadar gidiyorduk. Binadan pek bir şey kalmadığı, yalnızca beton bir yapı kaldığı için ağaçların büyüyüp büyümediğini merak ediyorduk. Pencere yoktu, panjur yoktu... Birbirimize Mağusa’yla ilgili öyküler anlatıp ağlıyorduk. Çok yaklaşıtğımızda da Birleşmiş Milletler, uyarı atışları yapıyordu ve geri dönüp teknemizi sürüyorduk, ertesi yıla kadar...
Yıllar boyunca Mağusa’ya geri dönmeyi rüyalarımda görüyordum... Bazı gizli tünellerden geçiyor ve evime ulaşıyordum. Yatak odama gidip pencerenin yanına oturuyor ve denize bakıyordum, güneye doğru bomboş tarlalara bakıyordum. Bazan beni görüyorlar ve kovalıyorlardı, yakalanmamak için olabildiğince hızlı koşuyordum ve nefes nefese uyanıyordum bu rüyalardan.
2004 yılında Maraş’a geri gittikten sonra bir daha Mağusa’yla ilgili rüya görmedim. Maraş’ı o şekilde görmek, kalbimi kırmıştı. Bütün çocukluk hatıralarım artık bu hayalet şehirde hapsedilmişti. Bu hem şoke edici, hem de acı vericiydi... Bu yeni acı, rüyalarımı öldürmüştü.
SORU: Maraş’ın müzakere masasında bir “pazarlık unsuru” olduğunu duyduğunuzda, neler hissediyordunuz?
ERİNA KARAMONDANİ: Umut ediyordum! Hepimiz umutlanıyorduk! Politikacılarımız, Maraş’ı geri alma şansını her defasında reddettikleri halde, bunun için belki de başka bir fırsatın daha iyi olmayacağını bildiğim halde, belki gelecek fırsat da olabilir düşüncesiyle hala umut ediyordum. Umut en son ölür. Bugün dahi, geri dönmenin neredeyse gerçekçi olmadığı bir durumda dahi, hala umut ediyorum...
SORU: Maraş’ta piknikler olacağı, bir savaş anıtını ziyaret eder gibi ziyaretlere açıldığını duyunca neler hissediyorsunuz?
ERİNA KARAMONDANİ: Öfke... Öfke ve düşkırıklığı... İşgal edene karşı öfke doluyum. Kıbrıs’a ait değildir. Zor kullanarak fetih yaptı. Oysa Kıbrıs, Kıbrıslılar’ındır, yalnızca Kıbrıslılar’ın... İnsanların acısıyla oyun oynamak, provokatiftir. Maraş’ın yasal sahiplerine, Kıbrıslıtürkler’e ve tüm Kıbrıslılar’a yönelik saygısızlıktır bu. İktidarı sergilemek, herhangi uygar bir insan için utanç vericidir. Savaşın zarar verdiği, soyulmuş bir hayalet şehirde bir piknik düşüncesi, hangi hastalıklı zihnin ürünüdür? Peki insan hakları ne olacak? Bu terim onun sözlüğüne ait değil midir?
Anna Marangu, şöyle diyor: “Bu senin evin değildir Bay Erdoğan. Maraş sana ait değildir. Orada olma hakkın yoktur. Kıbrıs’tan, Kıbrıslırumlar’dan ve Kıbrıslıtürkler’den uzak dur...”