Kermiya’nın gençlerini bilenler bilir; Dereboyu’nun genç “kavboyları”nı aratmazlar…
Güneşin batışıyla birlikte yarasalar gibi ortaya çıkıp; o ünlü çemberin doğusunda toplanmaya başlarlar…
Gece ilerledikçe, etrafa bira ve benzin kokusu hâkim olmaya başlar… Bir de patlayan eksoz sesleri…
Geçen akşam bir baktım bizimkilerin keyfi yok…
O gürültülü konuşmalardan; neşeli kahkahalardan; cayırdayan lastik seslerinden eser kalmamış…
“Hayırdır gençler, bu akşam gürültü orucu mu var?” dedim…
“Yörü yahu işine!. Gelen giden da biziminan uğraşır..” diye tersledi bir tanesi…
Sonra fark ettim; hepsi, yılların (ve dozerlerin) hışmından bir şekilde kurtulmuş efgalipto ağacına doğru bakıp duruyorlar…
Biraz dikkatli bakınca, ağacın altına tezgâh kurmuş; elinde rakı şişesi oturan biri var…
Biraz daha yanaştım; heykele odaklanmış (kan çanağı) gözlerle, transta; hırpani kılıklı biri oturuyor…
Önüne serdiği gazete kâğıdının üstünde üç beş zeytin, bir parça kuru ekmek, yumrukla ezilmiş bir baş soğan ve birkaç acı biber… Yüzünü anıta dönmüş oturuyor… Rakıdan(şişeden) bir fırt çekip; elinin tersiyle ağzını silip; biteviye bir şeyler mırıldanıyor…
Merakımı yenemeyip az daha yaklaştım…
Rakı ve sigaranın dağladığı ses tellerinden şu boğuk mırıldanma yükseliyor: “Yine de şahlanıyor ammaann…”
Beş dakika kadar dikilip durdum; hep ayni nakarat…
Aniden beni fark etmiş olmalı ki, hışımla döndü…
İrkilmedim desem yalan olur… Çok kısa, sert bir bakış atıp; tekrar eski (trans) pozisyonuna döndü… “Kes atam… bunu da kes..” gibi bir şeyler mırıldandı… Sonra bir fırt rakı ve eski nakarat: “Yine de şahlanıyor ammaann…”
Olan biteni izleyen çocuklara döndüm; “noldu ya dayı; suratın bukalemuna döndü, renkten renge giren…”diye dalgasını geçti az önce beni tersleyen çocuk…
“Hade sıkıysa gürültü yap da seni da kessinler!” diye sürdürdü öteki…
Bir, büyüyen kılıç ve bayrak gölgelerine; bir küllüsuyu gibi oturan gençlere; bir de o meczup adama bakıp; geri döndüm…
Kulağımda yine o nakarat; ama bu kez ses oldukça gür…
Şafak daha sökmemiş… Camları titreten bu ses Hasan Mutlucan’ın sesi: “Yine de şahlanıyor ammaann…”
Yine Ortaköy’deyim… Ama bu kez İstanbul’da… Büyük bir gürültüyle açılan kapıdan, serin bir Eylül rüzgarı doluyor odaya; hemen ardından da polisler!...
Yaka paça, kapalı bir araca atıyorlar beni… Gözlerim bağlı…
“Konuş ulan!” diye tanıdık bir ses hırıldıyor kulağımda…
Hiç şüphem yok, bu ses az önce anıtın yanında oturan o meczup adamın sesi…
İyi de onun burada ne işi var? (29 yıl öncesinde benim ne işim var? sorusu geliyor sonra aklıma, acı bir gülümseme yayılıyor dudaklarıma…)
“Bak bir de gülüyor! Bunların tümünü asacan, kesecen…”
Her tarafıma kablolar bağlayıp elektrik veriyorlar…
Kulağımda o davudi nakarat: “Yine de şahlanıyor ammaann…”
Dışarıda tank sesleri… Bayılmışım!..
Başımdan aşağı bir kova su döküyorlar; UYANIYORUM…
Elektrikler kesilmiş; Temmuz’un acımasız sıcağı, sabah akşam demiyor… Kan ter içinde kalmışım… Her tarafımı yakan şey de elektrik değil küp düşen sinekleriymiş meğer…
Eşim endişeli gözlerle bana bakıyor; “istersen hastaneye gidelim; bir saattir ateşler içinde kıvranıp çığlıklar atıyorsun… Bunlar iyiye işaret değil!” (Aklından geçeni okumak zor değil: Domuz gribi falan oldum diye düşünüyor olmalı) diyor…
Yok yok ben iyiyim, kötü bir rüya hepsi bu…
19-07-2009
• Perşembe gün 12 Eylül’dü… Aradan geçen 23 yılda ne zulüm bitti Türkiye’de ne de direniş… Barış, Özgürlük, Adalet ve Eşitlik adına direnen insanlara en kanlı eliyle saldırıyor faşist devlet… Ve ben, yukarıdaki gibi kabus dolu rüyalar görmeye devam ediyorum… Ve insanlar, rüyada değil bire bir yaşıyorlar bu zulmü; ölümleri… Yukarıdaki yazı, Faşist diktatörlüklere karşı yazılmış eski bir yazımdır (Sesli Düşünceler, sayfa 158). Bir kez daha paylaşmak istedim…