Yolculuk Notları...

Felsefeci-edebiyat eleştirmeni Barthes bu yazısında ‘okur merkezli’ bir yaklaşım sergiledi.

Hakkı Yücel
hkyucel52@gmail.com                                              

1.’’Good morning sir!’’

Saat 06.00. Larnaka Havaalanı’ndayım. Erken saat olmasından mıdır, pek kalabalık yok.  Önümde, beklemeydi-aktarmaydı 24 saati bulacak uzun bir yolculuk var. Ama hazırlıklıyım, her zamanki yol arkadaşlarım kitaplarım elimin altında. Gerekli işlemleri kısa sürede tamamlıyor ve içeriye geçiyorum.  Üzerimde henüz atamadığım uykusuz gecenin yorgunluğu ve sabah mahmurluğu, uygun bir yer bulup oturuyorum. Bir süre, havaalanlarına özgü, insanların yüzlerine aynı anda yansıyan farklı duyguların (ayrılığın, geride kalanın burukluğu, kavuşulacak olanın heyecanı, yolda olmanın telaşı, son anda sorun çıkaracak bir eksikliğin olup olmadığının gerginliği vb.) yol açtığı -farklı hikâyeler yüklü- görüntüleri, o görüntülerle bezeli ‘insan manzaraları’nı seyrediyor, hangi yüzün arkasında acaba hangi hikâye gizli, -yoksa hâlâ, o hikâyeyi bulup çıkarabilir ve dahası anlatabilirsen onu gerçekten yaşadığına/yaşayacağına mı inanıyorsun- çözmeye çalışıyorum. Misal, şu karşıda oturan, orta yaşın olgunluğunu ve yıpratamadığı güzelliğini kuşanmış sarışın kadın, gözlerinde gezinen hüzün bulutları mı desem, peşi sıra gittiği kim bilir hangi düşüncelerin soru işaretleri mi desem, ya da belki de yarım kalmış bir maceranın sızısı yüreğinde öylece dalıp gitmişken, hangi hikâyenin kahramanı olabilir diye geçiriyorum aklımdan.  Derken temaşa faslından vazgeçiyor el çantamdan kitabımı çıkarıyorum. Kalkışa daha vakit var; ancak okumaya başlamadan, eksik kalmasın, bir şişe su almak için biraz ötedeki büfeye doğru yürüyorum. Bankonun arkasında otuzlarında genç bir adam, muhtemelen birazdan artacak yoğunluk başlamadan son hazırlıklarını yapıyor, ıslak bardakları teker teker elden geçirerek siliyor ve yan yana diziyor. Yaklaşıyorum ve ona isteğimi söylüyorum:

-‘’Excuse me. Can I have a bottle of water please?

Genç adam elindeki işi sürdürürken

-‘’Good morning sir!’’ diye karşılık veriyor.

Ben, biraz önce sırrını çözmeye çalıştığım sarışın kadına ait yüzün, bir türlü yerli yerine oturtamadığım hikâyesini mi geçiriyorum hâlâ aklımdan, muhatabımın ne dediğine aldırış etmeden isteğimi bir kez daha tekrarlıyorum:

-‘’Can I have a bottle of water please?’’

Genç adam bu kez üstüne basa basa ve biraz daha yüksek sesle aynı sözleri tekrarlıyor:

-‘’Gooood mor-ning sir!’’

Yüksek sesin kelimeler üzerine yaptığı vurgu sanki çekiç olup kafama iniyor ve beni kendime getiriyor; dalıp gittiğim yerden geri dönüyorum. Eyvah ne yaptım! Ben özür-rica bir şişe su isterken genç adam bana asıl eksik bıraktığım/unuttuğum şeyi, adeta kafama vurarak -‘’dağdan mı indin be adam, önce bir günaydın de’’- hatırlatıyor. Dehşetli utanıyorum, ‘’good morning’’ desem de nafile, alelacele suyu alıyor ve geçip yerime oturuyorum.

Oturuyorum oturmasına da, lüzumsuz bir hassasiyet diyenler çıkabilir/çıkacaktır, rahat değilim. Yaşadıklarımı bir kazaydı deyip unutabilir ya da zihinsel bir kıvraklık -ukalalık mı demeli yoksa- gösterip, dünyada ve de ülkemizde bunca rezillik yaşanırken onlara dikkat çekmek yerine ‘nezaket’le uğraşmanın (aristokratik) bir saptırmaca, ya da zalimin zulmünü gizleme aracı olacağına veya ne çok kötülüğün ‘nezaket’ perdesi arkasına saklanarak kötülüklerini icra ettiklerine, -yok artık ırkçı bir saldırı olduğunu söyleyemem-   dair bir söylev çeker -bunların her birinde nispi gerçeklik payları olduğu da göz önüne alırsa- kendimi rahatlatabilirdim. Ama insan kendinden kaçamıyor, gündelik hayatta sıklıkla tanık ve de dehşetli rahatsız olduğum davranış biçimini -gerekçesi ne olursa olsun- kendimin sergilemiş olmamı bir türlü hazmedemiyorum. Öyle ya, bir erdem ve de medeni olmanın vazgeçilmez göstergesi olduğuna inandığım ‘nezaket’ten (daha da genişleterek buna ‘incelik’i ve ‘zerafet’i de ekleyebilir, hatta ‘estetik’e kadar uzanabiliriz) toplum olarak genelde uzak olduğumuzdan dem vurup (aksini söylemek ne kadar mümkün), sonra da aynı hatayı kendimin yapmasını kendime yakıştıramıyorum. O yüzden burada gösterilecek zihinsel kıvraklığın, zihinlerimizin yanlışlarımızı doğrulama ve bizleri rahatlatma gibi bir fonksiyonları olduğu gerçeğini de hatırlayarak, ucuz bir kurnazlık olacağını, buna sığınmak ve de kabahatimi örtmek yerine, ‘nezaket’in insani, sosyal ilişkilerde ‘öteki’ ile teması kolaylaştırmak, onu anlamak, ona saygı göstermek, onunla kendini eşit görebilmek ve nihayet hayatı daha güzel kılmak anlamında işlevsel bir etkisinin olacağını ve buradan hareketle de -belki en çok ihtiyaç duyulan- ahlaki ve vicdani boyutunun bulunduğu gerçeğini, kendime bir kez daha ve yeniden hatırlatarak, biraz olsun rahatlamaya çalışıyorum. Bu kadarla da kalmıyor, halkayı tamamlamak ve de belleğime iyice kazımak adına önemli bir hususu daha ısrarla aklımdan geçiriyorum: ‘Nezaket’ herhangi bir çıkar hesabı gözetilmeden kişi tarafından sahici, samimi bir etkinlik/davranış biçim olarak benimsendiği ve içselleştirildiği takdirde, bilinçli bir tavır olmak yanında, belki bundan daha çok, bilinçaltında da kendiliğinden bir alışkanlık olarak yer edeceğinden, artık, oydu buydu türünden hiçbir mazerete sığınmadan, doğal bir refleks halini alacak ve bu da insan ilişkilerinde -çok daha olumlu-, niteliksel gelişme anlamında karşılık bulacaktır. Böyle düşündüğüm ve inandığım içindir ki, genç adamın bugün bana verdiği dersin utancını kendime saklamak, basit bir kaza oldu diyerek unutmak veya uyduruk mazeretlerin arkasına saklanmak yerine, kamusal işlevi olacak bir yazıda/burada herkesle paylaşmayı, hem kendime hem de başkalarına hatırlatmak adına, evet, ahlaki ve vicdani bir sorumluluk olarak kabul ediyorum.

2. Paul Auster ve Yazarın Ölümü

Kalkış saatine henüz vakit var, el çantamdan kitabımı çıkarıyorum. Bu seferki yolculukta ve varacağım yerde kalacağım süre boyunca okumak için seçtiğim kitaplar, yanına gideceğim kızımın isteklerine de uygun olarak -benden Paul Auster romanlarının Türkçe versiyonlarını istemişti- daha çok Auster kitapları. Kızımın bu talebinin, son romanı ‘Baumgartner’i (Can Yayınları) geçtiğimiz aylarda yayımlayan ve de mustarip olduğu menhus hastalık nedeniyle muhtemelen bunun son romanı olacağını açıklayan Auster’le kesişmesi bir tesadüf olsa da, benim yolculuk boyunca onun ‘Kış Günlüğü’nü (Can Yayınları) yeniden okuma kararımda, duygusal yükü ağır bu açıklamanın etkili olduğunu itiraf etmeliyim. Okuyanlar hatırlayacaklardır ‘Kış Günlüğü’ Auster’in altmışlı yaşlara geldiğinde (64) ‘’Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur’’ (2011) diyerek kaleme aldığı, kendisiyle hesaplaşmayı da içeren bir anı, bir yaşam öyküsü kitabı. Şimdi, hastalığını hatırlatarak, bu son kitabı için ‘’muhtemelen son romanımdır’’ diyen Auster artık 77 yaşındadır ve sanki yaklaşan ölümünü haber vermektedir. ‘Kış Günlüğü’nü yeniden okuyor olmam, yıllardır kitapları üzerinden ilişki kurduğum, bu anlamda üzerimde hakkı olan bir dosta minnet borcumu ödeme arzusundan (veda etmek için kim bilir) mı kaynaklanıyordu acaba?  

Bunları geçirirken aklımdan, oldukça üretken olan (34 kitap) ve eserlerinin hatırı sayılacak miktarı -birçoğu neredeyse kendi dilinde yayınlanır yayınlanmaz- Türkçeye çevrilen Auster’le ilk karşılaşmamı hatırlıyorum. Çeyrek asrı geçmiştir, Beyoğlu’nda Pandora Kitabevi’nde raflar arasında dolaşırken, (ismi mi dikkatimi çekmişti; ahh o çarpıcı kitap isimleri) Paul Auster imzalı ‘Yalnızlığın Keşfi’ (Can Yayınları) kitabını görmüş, elime alıp sayfalarını çevirerek göz gezdirmeye başlamıştım ki, o ana kadar varlığından haberdar olmadığım, kendisi de kitaplar arasında dolaşan genç bir delikanlı (konuşmaya başladığımızda üniversite öğrencisi olduğunu söylemişti), elimde tuttuğum kitabı işaret ederek ‘’Hocam, eğer bu güne kadar Paul Auster okumamışsanız, hiç tereddüt etmeyin, hemen alın derim. Sizde vazgeçemeyeceğiniz bir alışkanlık yaratacağına eminim.’’ diye konuşarak, sonradan gerçekten ‘vazgeçilmez bir alışkanlığım’ haline dönüşecek, Auster okurluğumun fitilini ateşlemişti. ‘Görünmeyen Bir Adamın Portresi’ ve Anı Kitabı’ başlıklı iki bölümden oluşan ve biyografi/anı kitabı özelliği taşıyan bu yapıtında Auster, ilk bölümde beklenmeyen ölümü karşısında sarsıldığı babasını, ikinci bölümde ise kendi babalığını merkeze oturtuyordu. Okurken benim edindiğim izlenim ve de en çok dikkatimi çeken husus, Auster’in babasından başlayarak (dışardan) kendine doğru (içeriye) bir yolculuk yaptığıydı ve daha da önemlisi, iki bölümün yazınsal biçim (kurgu) ve biçeminin (dilin/üslubun) kendileriyle olan usta işi -bu ustalığı Auster’in diğer romanlarında da görecektim- uyumu/uygunluğuydu. Şöyle ki; ilk bölüm biçim ve biçem olarak kendini okura kolayca/doğrudan teslim ederken, ikinci bölümde bu kolaylık, beslenme kaynaklarının çeşitliliğiyle, kendini doğrudan teslim etmeyen (dolayımlayan), deyim yerindeyse bir zorluğa -ama bu okuru iten değil, cezbeden, peşine düşüren bir zorluktu- dönüşüyor ve okuma serüveni daha derin katmanlara doğru, bir keşif serüveni halini alıyordu.

O günden sonra başlayan ve bugüne kadar devam eden Auster okurluğumda onun her kitabını aynı anda, hem sanki bir önceki kitabının devamı (her kitap bir başka kitabın içinden mi çıkıyor ya da bir kitap bir başka kitabın devamı mıdır gerçekten) hem de çok başka bir kitap olarak okuyor hissine kapılmamın sırrı da bu benzer duyguları -ama her seferinde bir başkalığı da içeren benzer duyguları- yaşamam olsa gerek. Kimi kahramanlarının farklı kitaplarda az ya da çok yeniden çıkıp gelmeleri, kimi karakterlerin ortak özellikleri de -Misal, Auster romanlarında yazar sıklıkla görünen bir karakterdir- bu devamlılık hissini uyandırırken (bu aynı zamanda Auster okurken ona içkin yoğunluk/deneyimleme çeşitliliği karşısında yorgun düşen okur için bir ’soluklanma’ gibidir), yine hemen her romanında sınırları zorlayan arayışlar -buralarda postmodernist özellikler öne çıkmaktadır- içine girmesi ve bunu biçim/biçem olarak ortaya koyması da farklılık/başkalık olarak okurunu peşinden sürüklüyor. Nitekim Auster’in kendisi de ‘’her yeni projeyle kendini yeniden yaratmak’’ istediğini ‘’aynı şeylerin alışkanlık haline gelmesinin sanatçıyı öldüreceğini’’, ‘’bir şey bittiğinde, hemen başka bir şeyle uğraşmaya başladığını’’ ve de ‘’dünyanın yazmaya her oturduğunuzda farklı bir yaklaşımla ele alabileceğiniz denli büyük ve ilginç’’ olduğunu söylerken, edebiyat dünyası/roman sanatı içindeki özgün yerini/anlayışını apaçık ortaya koyuyor. Buradan bakınca Auster romancılığının her ölçekte zenginliğini izlemek mümkün. Her biri ayrı ayrı değerlendirmeyi hak eden yapıtları üzerine çok şeyler yazılıp söylenmesi, yine yapıtlarının ve romancılığının akademik çalışmaların konusu olmaları da bir bakıma bu zenginliğin/yoğunluğun ifadesi. Geçerken, ‘’hayatım boyunca onu yazmayı bekledim’’ dediği, hatta zaman zaman ömrünün yazmaya yetip yetmeyeceği konusunda endişe taşıdığı ve nihayet 70 yaşında tamamladığı, orada upuzun cümleler kullandığını ve dil oyunları yaptığını bir çocuk sevinciyle ifade ettiği 1128 sayfalık dev romanı ‘4321’in (Can Yayınları) yazarda özel bir yeri olduğunu da ayrıca belirtmeli. Bir ‘aile’nin ve görece ‘Amerika tarihi’ sayılabilecek bir hikâyenin yer aldığı bu romanda Auster yine kendini aşmaya çalışırken, böylesi kapsamlı eserler için tehlike oluşturabilecek gereksiz uzatma tuzağına düşmüyor ve yine okurunu, kimileyin zorlasa da, peşinden sürüklemeyi başarıyor. En azından ben okurken adına ‘okuma lezzeti’ diyebileceğimiz o benzersiz duyguyu her seferinde sonuna kadar yaşıyorum. 

Oturduğum yerde, bana biraz önce yaşadığım kâbusu hatırlatan sudan bir yudum alıyorum ve nihayet Auster’in ‘’Bunun hiç başına gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelmeyeceği tek kişi olduğunu sanırsın; sonra tıpkı herkese olduğu gibi hepsi teker teker senin de başına gelmeye başlar’’ cümlesiyle giriş yaptığı ve ‘’ne de olsa zaman azalıyor’’ diyerek ‘zaman-ölüm-yaşlılık’ ekseninde kaleme aldığı otobiyografik-anı kitabını okumaya başlıyor ve ilk okuduğumda, henüz Auster’in o zamanki yaşında olmasam ve de başka bir hayata sahip olsam da, yakın bir gelecekte aynı yaşa kendimin de geleceğini ve kim bilir benzer bir zaman muhasebesi yapabileceğimi/yapacağımı düşündüğümü ve belki de bu yüzden kitaptan ziyadesiyle etkilendiğimi, hatta oradan yola çıkarak bir yazı yazdığımı hatırlıyorum. (bkz:https://www.yeniduzen.com/zamanin-azaldigini-hatirlamak-20573h.htm)

Kitabın insanı saran büyüsü zamanı yutuyor, uzun yolculuğun sonuna yaklaşıyorum, uçak iniş için alçalmaya ve aşağıda Auster’in yaşadığı şehrin silueti belirmeye başlarken, ilk okuduğumda içimi titreten o son cümleleri okuyorum:

’Yataktan kalkıp pencereye giderken soğuk yer döşemesine çıplak ayaklarınla basıyorsun. Altmış dört yaşındasın. Dışarda hava gri, neredeyse beyaz, görünürde güneş yok. Kendine soruyorsun:

Daha kaç sabah kaldı?

Bir kapı kapandı. Bir başka kapı açıldı.

Hayatının kışına girdin.’’

Haftasına varmadan, son romanını yazan Auster’in beklediği son, bir bahar günü geliyor; ünlü yazar son sabahını görüyor ve ölüyor. Bu haber karşısında yaşadığım burukluktan belki, ‘yazarın ölümü’ bana Barthes’in aynı başlıklı denemesini hatırlatıyor. Felsefeci-edebiyat eleştirmeni Barthes bu yazısında  ‘okur merkezli’ bir yaklaşım sergileyerek, romanını tamamlayan romancının artık sahneden çekileceğine (bir bakıma öleceğine), bundan sonrasında ancak okurun o romanı okuması, yeniden ve yeniden üretmesiyle yaşamaya devam edeceğine işaret ediyor. Buna yürekten inanıyor, ardı sıra yazdığı eserleriyle defalarca ölen ve yeniden doğan Auster’in; şimdiden sonra, bedensel olarak bu dünyadan ebediyen göç etmiş olsa da, geride bıraktığı o eserleriyle ölümsüzlüğe kavuştuğunu düşünüyorum.

3.Yolculuk ve Tebdil-i Mekân

Rutin içinde sıkışmanın boğucu atmosferinden bir süreliğine de olsa uzaklaşmak ve soluk almak için fiziki mekân değişikliği olarak yolculuğun hoş bir yanı olduğu aşikâr. Yeni yerler görmek, yeni bilgiler edinmek, deneyimler yaşamak, yeni dostlar edinerek anılar biriktirmek, insana keyif verdiği kadar yaşamına zenginlikler de katıyor olsa gerek. Hoş, günümüz dünyasında, büyük bir endüstriye dönüşen ve patlayan ‘turizm’, turdu, organizasyondu, biraz orada biraz şurada diyerek, insanları kitleler halinde oradan oraya sürüklerken ve de bu koşuşturmaca, şipşak elde edilen görüntülerin paylaşılması telaşıyla bir ‘gösteri-gösteriş’ çılgınlığından öteye geçemezken, o keyif ne kadar alınır, o gözlemler/deneyimler ne kadar yaşanıp ne kadar anılar biriktirilebilir, bilinmez; ama, yine de hakkı verilen bir tebdil-i mekân serüveni az şey değildir.  

Ancak şu da vardır: Fiziki mekân değişikliği halinde seyreden ve daha çok ‘dışsal’ bir macera/serüven olarak yaşanan yolculuğun, metaforik karşılığı denebilecek ve ‘zihinsel değişimi/dönüşümü’ ifade edilebilecek türü de söz konusudur ki o, insanın kendine doğru, faniliğinden varoluşsal muhtevasının belirlenmesine ve buradan anlam/değer kazanmasına varana kadar derinleşecek olan, ‘içsel’ bir arayış-keşif yolculuğudur. Burada ‘yolculuk’ zihinsel anlamda özgürleşme, geniş ufuk kazanma, olgunlaşma edimi olarak tecelli edecek, ‘içsel’ bir zenginlik olarak karşılık bulacaktır. Tam da burada, ‘yol-yolcu-yolculuk’ üçlemesinin, sembolik ve içerik olarak, dünyevi olandan uhrevi olana kadar, düşünsel-sanatsal-dinsel alanların konusu haline gelmesi ve bu kapsamda yoğun bir birikimin oluşması o zenginliğin tezahürü olsa gerektir ve bu da bir başka yazının konusu olmayı hak edecek önemi haizdir.

Son söz bir “yolculuk” ustasının, Oruç Aruoba’nın olsun:

’Kendi yerini yerleşiklikte

                        bulamayan kişi,

                        onu yolculukta arar.

 Nasıl, bir yer, bir yolun başı ya da sonu;

                        bir yol da, bir yerden önceki ya da sonraki

                       bir durumsa -kişinin durumu da

                       hep, öyle, ya da böyledir…

                                                            

Yerini yitiren kişi,

                       yola çıkmak zorundadır.’’

                                               (Oruç Aruoba. ‘Yürüme’ kitabından)

Dergiler Haberleri