Kıbrıs’ın kuzeyinde Anayasa Mahkememizin almış olduğu karara karşı Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, devletin yetkilileri tarafından yapılan ve alınan kararın içeriğiyle yakından uzaktan ilgisi olmayan açıklamalar haliyle büyük tepkilere sebep oldu. Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, hükûmetin üyeleri ve yine hükûmeti oluşturan partilerin yöneticileri dışında toplumun tüm kesimlerinin göstermiş olduğu tepki bana Hegel’in “geist’in (canın, ruhun) özü özgürlüktür” sözünü hatırlatıyor. Peki toplum olarak aynı yönetsel özgürlük hassasiyetimizi yaşamımıza dokunan tüm konularda gösteriyor muyuz? Yoksa sadece sonucun kısa veya uzun vade de aleyhimize olacağını hissettiğimiz konularda mı gösteriyoruz? Aslında bunun cevabını hepimiz biliyoruz. Maalesef, benzer tepkiler göstermemiz gereken birçok noktada gereken tepkileri vermiyoruz.
Ülkemizde sağ ve sol siyasi kutuplar dünyada eşi benzeri olmayan, yanlış bir şekille sadece Kıbrıs sorunu ve Türkiye Cumhuriyeti ile kurulan ikili ilişki şekli üzerine kuruldu. Bu yanlış kurgu George Orwell’in 1984 adlı o meşhur romanındaki “çiftdüşün” kavramına da burada hayat bulduruyor. Orwell’e göre “çiftdüşün” kavramı, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak” anlamına geliyor. Akla ilk gelenlerden yola çıkarak çiftdüşünlerimizi örnekleyecek olursak eğer:
- Cumhurbaşkanı Ersin Tatar öncülüğünde Sağ cenahımız, Kıbrıs sorununa “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” hedefiyle yaklaşarak, Kıbrıs Rum toplumuna eşit egemenlik üzerinden işbirliği çağrısı yaparken, diğer yandan Türkiye Cumhuriyetinin kurumlarıyla eşitlik temelinde işbirliği yerine, bu kurumlara buraya bir vilayet gibi davranmalarını sağlayacak adımlar atmaları yönünde ilişki tesis ediyor.
- Devletin egemenliğinin mihenk taşı olan yargı bağımsızlığının yok sayıldığı bir noktada yaşadıkları sessizlik hali yine özellikle sağ cenahın siyasileri için benzer örnek teşkil etmekte.
- Sol veya federalist cenahta bulunan bireylerde görebileceğimiz “çiftdüşün”lere baktığımız zaman ise en başta bir yandan “halkların kardeşliği” sloganı atarken ve çok kültürlülükten bahsederek federal çözüm hedefiyle mücadele ederken, diğer yandan özellikle de Türkiye siyasileri ile ilişkilerin gerildiği veya yanlış bir şekilde yürütüldüğü dönemlerde Türkiye kökenli Kıbrıslı vatandaşlarımıza karşı kimlik üzerinden artan ayrıştırıcı davranışlar ortaya çıkıyor.
- Türkiye tarafından verilen desteklere içişlerine müdahale algısıyla karşı çıkarken, ülkenin ekonomisinin kendi kendini çevirme hedefini ortaya koyduğu dönemde “özgürlük/egemenlik” için destek vermek yerine dile getirilen, “(Türkiye’den)bulacan verecen canım, bulamazsan da gidecen canım…” tarzı tepkiler.
- Bir yandan özgür düşünceyi savunurken diğer yandan annesi/babası siyasi bir makamda bulunan bir bireye, aile üzerinden damga vurmak.
Bu örneklerden toplumumuzda daha birçoklarını görmek mümkün. Özellikle içinden geçmekte olduğumuz şu kritik dönemde artık toplum olarak hatalarımızla yüzleşmek, özeleştiri yapmak ve “çiftdüşün”lerle dolu bu vesayet rejiminden kurtulmak zorundayız. Vesayet tanımını özellikle kullanıyor ve önemsiyorum. Özellikle de “işgal” ve “anavatan-yavruvatan” söylemlerinin siyaset üretmeyen, kısır statükosunda hapis kaldığımız şu günlerde. Bu vesayeti tanımlayacak olursak eğer, henüz siyasi bir toplum olma yetisine sahip olmayan bizim gibi ülkelerde, istikrarlı bir yönetimin, iktisadi kalkınmayı ve toplumsal gelişimi sürdürmek için sivil kurumlara, hükümete ve kamusal özgürlüklere müdahale etme yetkisi olarak niteleyebiliriz. Buradaki tanımdan yola çıkarsak eğer, en önemli sorunumuz tartışmasız doğru şekilde kurgulanmış siyasi bir toplum olma yetisine yeterince sahip olamayışımız. Özellikle Kıbrıs Sorununda hangi çözüm yöntemini savunursak savunalım, her çözüm modelinin temelinde Kıbrıslı Türklerin toplum olarak özgür iradesiyle yönetsel hak sahiplikleri olduğunu görmek lazım. Haliyle özellikle Türkiye Cumhuriyeti ile kurulan ikili ilişkilerde ne çiftdüşüne kapılarak, ilişkileri yanlış bir şekilde ast-üst noktasına getirme şansımız var(klasik vesayetten farklı olarak bu ilişkiyi yer yer talep ettiğimizi veya reddetmediğimizi de itiraf etmek gerek); ne de bu tarz bir ilişkiden şikayet edişimize yaslanıp kendi kurumlarımızı doğru şekilde yönetmekten veya daha da kötüsü yönetmeme tercihinde bulunma şansımız var.
Özetle, son yaşadıklarımız da bize göstermiş oldu ki; geçmişten bugüne Kıbrıs Türk halkının verdiği tüm mücadelelerin özünde toplumumuzun yönetsel hakkı yatmaktadır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu sürecinden tutun, 1963-74 yılları arasındaki Varoluş mücadelemize, Annan planından Crans Montana’ya, Reddediyoruz sürecinde kendi gençlik dairemiz varken “koordinasyon ofisine hayır!” deyişimize, son yargı bağımsızlığı için verdiğimiz tepkiye kadar. Haliyle toplum olarak çiftdüşün hastalığına bulanmış bu vesayetten hangi “çözüm” ile çıkmak isterseniz isteyin, toplum olarak bizlerin ve siyaset kurumumuzun çiftdüşün hastalığından kurtulmak yönünde harekete geçmesi şarttır.