Yüksek öğretim politikaları

Tümay Tuğyan

 


Sevgili Salih Sarpten’in, ‘KKTC’nin Yüksek Öğrenim Haritası’ başlıklı dünkü köşe yazısında sorguladığı ‘KKTC’de bilim ve teknoloji üretimi’ sorunu, ülkemiz yüksek öğretim politikasının önde gelen ‘zafiyetlerinden’ biri olmaya devam ediyor ne yazık ki.

Ve buna rağmen, yüksek öğretim gündemli tartışmaların detayında bu konu neredeyse hiç denecek kadar az yer buluyor.

Üniversitelerimiz çok büyük çoğunlukla ‘başka’ gailelerin ön planda olduğu bir zihniyetle hayatını idame ettirmekte.

Öğrenci sayısı, oldukça ‘önemli’ mesela bizim üniversitelerimizde.

Öğrenci sayısında artışın yaşandığı her yeni eğitim yılı, afili başlıklarla manşetleri süslüyor.

Yerleşkelere eklenen her yeni bina, büyük bir gurur kaynağı oluyor üniversite yönetimi için.

Üniversitelerin cebine giren para oranında alkış tutuluyor  ‘sektöre’.

Bölge esnafını ne oranda ihya ettiği, inşaat sektörüne nasıl bir artı değer kattığı
da önemli bir başarı kriteri, önemli bir propaganda malzemesi, ayrıca.

Oysa bir yüksek öğretim kurumunun birincil başarı kriteri, bunlardan hiçbiri değildir.

Birincil başarı kriteri, ne oranda ve hangi kalitede üretim yaptığıdır o kurumun.

Diğerleri de önemlidir elbette ama bu ‘diğerleri’, daha kaliteli bir üretim ortamının altyapısının oluşturulabilmesi adına, finansal ve idari katkıdır esasen.

Ben daha bugüne kadar, ‘bu yıl uluslararası değere sahip şu kadar yayın yaptık, şu kadar hocamızın şu kadar yayını, dünyanın önde gelen akademik yayın kuruluşlarından kabul aldı’ diye övünen bir üniversite yönetimi duymadım.

Varsa ve eğer ben duymadıysam, bu da benim eksiğim, benim ayıbım olsun.

***

Mesela devlet, Doğu Akdeniz Üniversitesi’ne her yıl neredeyse 30 milyon TL katkı yapıyor.

Herhangi bir devlet kurumuna yaptığı türden...

Bu miktarın tespitinde geçerli olan kriterler neler?

Yukarıda sözünü ettiğimiz akademik ‘başarı’ olmadığı kesin.

Oysa eğitimi, bir bilim üretim merkezi mantığıyla idare eden ülkelerde işler böyle yürümüyor.

Devletler, kendilerine bağlı üniversitelere yaptıkları yıllık katkıyı, tam da bu ‘başarı’ kriteri üzerinden belirliyorlar.

Yani ne kadar kaliteli yayın, o kadar para!

Ve bu kalitenin kriterleri de ortada.

Çok üreten çok, az üreten az katkı alıyor devletten.

Ve tam da bu ‘gerekle’, üniversiteler sistemlerini ona göre kuruyor, akademik personelini söz konusu kriterlere haiz yayınlar yapabilmeleri konusunda teşvik ediyorlar.

Verdikleri terfilerle, minimumda tuttukları ders yüküyle...

Bizim üniversitelerimiz ise teşviki bir kenara bırakın, dolaylı yoldan köstek bile oluyor akademisyenine.

Haftada ortalama 14-15 saat ders veriyor birçok akademisyen.

Kimi üniversitede birkaç saat aşağıya iniyor bu sayı, kimisinde ise 20’yi buluyor.

Böylesi bir yükle, nasıl bir verim beklenebilir ki?

Yukarıda bahsettiğim üniversitelerde ise böyle bir şey söz konusu olamaz.

Sadece ders vermekle yükümlü personelin ders yükü daha fazladır ancak diğer akademik personel, haftada maksimum 4-5 saat ders verir.

Bu da onlara, akademik araştırma yapma, yani bilim ve teknoloji üretme imkanı sağlar.

Yani hem bilime katkı yaparlar, hem kendilerine hem de üniversitelerine.

Ve son bir not olarak eklemekte büyük yarar var; yurt dışındaki üniversitelerde belli bir akademik kariyere erişen Kıbrıslı öğretim görevlileri, ülkelerine dönmek isteseler dahi bu şartlarda çalışmaktan ciddi anlamda endişe duyuyorlar.

Bu anlamda bir nevi ‘akümülatör’ görevi yapması beklenen yüksek öğretim kurumlarımız, tam tersine, kalifiye beyin göçünün önünü açıyorlar.