Bu haftaya, hakim olan tek sözcük var: YÜKSELİŞ…
İki kulvarda birden yarışıyor insanlar bu yükselişle…
Bitmeyen Kıbrıs sorununda tavan yapan tansiyon yetmezmiş gibi; ekonomik (dövizin yükselişi ve korkunç zamlar) tansiyon da tavan yapmış durumda…
Sabah gazete okuyan, akşam TV’de haber izleyen biriyseniz hapı yuttunuz demektir…
Her duyduğunuz/gördüğünüz haberle stres düzeyi yükselecek; döviz kurlarının hızla yükselişini gösteren o sivri OK bir yerlerinize batıyormuş gibi hissedeceksiniz…
Son bir haftada, “Barış ve Çözüm İçin” için yapılan iki etkinlikte de katılımın düşük olması; görüşme sürecinin “pamuk ipliğine” bağlı gitmesi; Garantörlük’ten vazgeçmek istemeyen işgalcimizin Padişahlığa doğru koşması vb. stresi daha da yükseltiyor.
Bu yazıyı yazdığım saatlerde Cenevre’den gelen haberler de üstüne tuz biber ekiyor.
Etrafta bu kadar “stres kaynağı” dururken, bizim tansiyon yerinde durur mu; o da uyuyor haftanın modasına. Kulaklarımda yoğun bir uğultu… “Bilgi kirliliğinden kirlenmiş olmasın” diyor KBB’ci arkadaş; bir güzel yıkıyor ama sonuç değişmiyor. Tansiyon haplarının dozunu artırıyorum; boşa çaba… YÜKSELİŞ sürüyor…
Kanımda bir kalkışma…
“Vücudun/ruhun, Post/modern bir darbeye maruz kalmış” diyor, psikolog arkadaşım. Vücut ve ruh direncini yükseltmek için öneriler yapıyor… O da boşa…
Karşılıklı etkileşim halinde, yaşlı SORUN Paşa ile yükseldikçe yükseliyor tansiyonumuz. Bu dizginlenmez yükselişin sonu ne olur kestirmek (henüz) olası değil…
* * *
Büyük bir olasılıkla, bu yüksek tansiyon, ciddi bir beyin kanamasına yol açacak…
Beyin kanaması sonucu, hasta ya ölür; ya da felç geçirip, yatalak olur…
Barış yanlılarının beklentisi gerçekleşirse, bizim yaşlı SORUN Paşa, şiddetli bir beyin kanamasının ardından ölecek ve O’nu yaratanların yanına gömülecek…
Ya da, sol yanına (eskilerin deyimiyle) inme inecek… Zaten huysuz olan SORUN Paşa, yatağa çakılıp kalınca daha da huysuzlaşıp; çekilmez hale gelecek…
Yıllardır O’nun yüzünden gençliğini tüketen aile bireyleri; ya evi terk edecek, ya da her türlü huysuzluğa boyun eğip; ömür tüketecekler…
“Bu kahır çekilmez” diye düşündüm de, aklıma aşağıdaki şiirim geldi:
KABUS
Şer’dir, ya da hayır!..
Sürüsü çoktan yitirilmiş
sazdan eski çoban evinde
bağdaş kurmuş yaşlı bir kahır,
zeytin çekirdeğinden
uzun bir tesbihi okşuyordu…
Omuzlarından sarkan
ağır paltosu kara,
derin bir sessizlikle
söktüğü şafağı gözlüyordu…
Şer’dir, ya da hayır!..
Çoktan sürgülenmiş
kapımın eşiğinde
küçük ekmek adamlar
yaşlı kahırla tesbihi boğuyordu.
Paslı menteşelerinden düşmüş
sürgülü kapı
şafakla kabaran denizin
iniltili müziğini çalıyordu…
Şer’dir, ya da hayır!..
Odamın karanlığı dağıldıkça
zeytin taneleri
sürüsünü yitirmiş
yaşlı çobanlara dönüşüyordu…
Çökmüş gövdelerinin
bir karış önünde oynaşan ruhları
kaval çalıp ortalığı kızıştırıyordu…
Şer’dir ya da hayır!..
Kaval’ın çığlığıyla
kendinden geçen ruhlar
terkettikleri bedenlerin
üstüne abanıp, edep yerlerine
buzdan kılıçlar sokuyorlardı…
İğfal edilmiş bedenler
kolsuz afrodit yontuları gibi
taş kesmiş dilleriyle haykırıp
ruhları kovmaya çalışıyor;
ruhlar buzdan kılıçlarını
daha da derinlere sokup
çıkarıyor, şehvet çığlıklarıyla
küçük odamda beklenmedik
debremler yaratıyorlardı…
Şer’dir ya da hayır!..
Kudurmuş ruhların
şerrinden nasıl kurtulacak
tutsak bedenler…
İşgal edilmiş o sazdan kulübe,
benim giz odam…
İçimden geçenleri okuyor
azgın ruhlar
tekmeleyip beynimi,
kara suratlarındaki öfkeyele
tüketiyorlar soluğumu…
Odam yıkılıp
ölü bedenlere karışmadan
uyanıp kurtulmalıyım
bu bitmez kabustan…
Bu kahır çekilmez!..
(Düşler isimli kitabımdan)