Türkiye’den REPORTARE, şair Neşe Yaşın’la çok geniş bir röportaj yayımladı. Ulvi Yaman ve Sinan Dirlik’in yaptığı bu geniş röportajın tümünü http://www.reportare.com/roportajlar/uzun-roportajlar/49-n/58-yurdunu.html?showall=1&limitstart=
web adresinden okuyabilirsiniz. Biz bu önemli röportajın kısa bir bölümünü sayfalarımıza aktarıyoruz…
Röportajın devamı şöyle:
Sinan: Bu biraz soğuklaştırmıyor mu seni? Yani hangi acı acıtabilir ki artık seni bu saatten sonra? Bu kadar travmayı yaşadıktan sonra, bu kadar şeyden sonra bu kadar kendini ait hissetmediğin, köksüz hissettiğin bir noktada hangi acı canını yakabilir?
Neşe Yaşın: Ya ben galiba acıya çok duyarlıyım. Karşımda birisi ağlasa hemen gözümden yaş gelir… Ne kadar çok acı yaşarsan yaşa, bu böyle… Ama tabi bir de şu var ki, bu kadar çok şeyi yaşamış olmak, içselleştirmiş olmak ta biraz daha bilgece yaklaşmanı gerektiriyor. Yani parçalanmıyorum belki acı karşısında ama sonuçta empatim falan çok gelişiyor…
Sinan: Savaş gördün... İnsanların birbirlerini katlettiklerini gördün nefret söylemiyle yoğruldun...
Neşe Yaşın: Evet...
Sinan: İkiye bölünmüş bir ülkenin insanları birbirlerine hala güvenemiyorlar. Beslendiğin ortam güvensizlik üzerine kurulu bir ortamken, sen insan ilişkilerinde güvenini nasıl sağlıyorsun?
Neşe Yaşın: Evet ya, ben bir zamanlar acayip romantiktim! Hani nasıl anlatsam? Kendi dünyamı kurmuştum ve çok da umutluydum. Çünkü eylem içindeydim. Bilirsin, vardır ya böyle aktivistlerin umudu… Bir sürü şey yapıyordum ve kendimi çok umutlu ve mutlu hissediyordum. İşte gençlerle çalışıyordum, politik olarak aktiftim mesela… Politik aktivite derken, particilikten söz etmiyorum. 3 partiden milletvekili adayı olmama rağmen partileri sevmiyorum… Türkiye’de ÖDP, Kuzey’de YKP ve Güney’de de Birleşik Demokratlar… Hiç birine üye olmadım bu partilerin ve itiraf edeyim ki o sıkıcı parti toplantılarından da nefret ederim. Bir kaç kez katılmak zorunda kaldım seçim çalışmaları nedeniyle ama çok sıkıldım. Çok sıkıcı dönemler olarak hatırlıyorum bunları. Bazı hoşluklar vardı tabii ama genel olarak sıkıcıydı...
Sinan: Şşşt! Sana yeniden ihtiyaç olabilir, siyasi partilerin tekliflerine kapıyı kapatma (gülüşmeler)
Neşe Yaşın: Eh Yunanistan’da sıra artık. (gülüşmeler) Türkiye’de aday oldum, Kuzeyde ve Güneyde aday oldum. Şimdi de Yunanistan’da “bir yolunu bulalım da seni aday gösterelim” diyorlar… Dediğim gibi, hiç bir parti içinde olmak istemiyorum. Ha ama bak, tek başıma çok politiktim… Çeşitli gruplarla birlikte bir çok çalışmayı yaptık ama ben bağımsız bir karaktere sahibin. Öyle lider olmayı falan da istemem… Bağımsız olarak iyiyim ben galiba ya?
Sinan: Biat etmek de istemezsin?
Neşe Yaşın: Kesinlikle, biat etmek de istemem! O yüzden öyle alanlar buldum kendime hep. Politik çalışma yapacağım diye hiçbir kişiye, gruba, partiye biat etmedim. Ama bir yandan da iş yaptım. İş yapmayı, proje yapmayı, böyle şeyler yapmayı seviyorum. Bir süredir bundan uzaklaştım ama aslında bugünlerde düşünüyorum bunu… Yani bana bir alan lazım… Şimdi iki kadın derneğinde yönetim kurulundayım falan ama…
Sinan: Güneyde mi Kuzeyde mi yeni bir alan?
Neşe Yaşın: İki toplumda da! Geçmişte çok çok aktiftim, her yere koşturuyordum oradan oraya… Sonra bunu biraz zaman kaybı olarak görmeye başladım doğrusunu istersen. Uzun toplantılar falan… Yani bunlarla uğraşacağıma biraz yazılarıma yoğunlaşayım, evde oturup yazımı yazayım düşüncesi ağır bastı… Hmmm… Nereden geldik bu konuya yahu? Hah, umut meselesi… Evet, o dönemlerde çok umutluydum. Bakıyorum mesela gençlerde, toplumda küçük de olsa bir değişim görüyorum falan, kendimi çok iyi hissediyordum. Hani bir şeyler yapıyorum hissiyle gelen bir iyimserliğim vardı… Bir de tabii bu kapıların açılması, ikibin üçte… Ben orada kendi Kıbrıs sorunumu çözdüm! Sorun benim için çözülmüş oldu. Doğrusu beni çok da ilgilendirmiyor devlet meseleleri. Zaten devletlerle çok ciddi sorunum var… “devlet bey ve ben: imkansız bir izdivaç” diye yazmıştım… O görüşme masası detayları falan hiç ilgilendirmiyor beni. Sanki bir şirket kuracak gibi oturuyorlar masaya. Bir çeşit erkek oyunu gibi geliyor bana bütün bunlar… İşte "malımız mülkümüz ne olacak?" üzerinden bitmek bilmeyen tartışmalar… Bunlar, bu mal-mülk tartışmaları hiç ilgilendirmiyor beni.
Malk mülk meselesinin büyük mağdurlarından biri olarak umurumda değil bütün bunlar… Çünkü mülksüz bir ideolojiye sahibim ben… İnsanlar çok şaşırıyor bu tavrıma. E düşünsene, bir ev sahibi olmamışım, çünkü ev benim için yaralı bir kavram… Biz 1963’te evimizi bıraktık işte… Peristerona’daydık… Evimizi terk ettik…
Sonra bir göçmen evi, sonra bir Rum evi falan… İnsanlar Rumlara ait evlerde yaşıyorlardı. Bak insanlar hayat boyu uğraşıp para biriktiriyorlar bir ev satın almak için… Bazıları da üç beş tane eve sahip, hem de hiç elini kolunu kıpırdatmadan… Deli saçması bir şey bu! Evdi, paraydı, delilik bence! Bir arkadaşım iş kurmuştu, iflas etti… Bir daire alınabilecek parayı yatırıp kaybetti… Öte yanda insanlar asgari ücret alabilmek için bir ay boyunca korkunç bir hayat yaşıyor, emek harcıyorlar… Bu yüzden, bana bu kadar saçma gelen bir sistemin içinde yer almak istemiyorum. Hiçbir zaman çok param olsun istemedim. Hayatımı sürdürecek kadar, yaşarken zorlanmayacak kadar param olsun yeterli… İnsanların malla mülkle, parayla ilişkisi yaralıyor benim o yüzden de açıkçası ne içinde olmak istiyorum bunun ne de böyle bir ilişki kurmak istiyorum malla mülkle…
DEVAM EDECEK