Televizyonun önünden kaçıyorum son bir kaç gündür. Bir haber kanalından ötekine gezmek, farklı veriler arasından seçim yaparak, gerçeği anlamaya çalışmak yoruyor beni.
Soma’dan yükselen feryatları duymak yıpratıyor, kaldıramıyorum.
Devekuşu misali kendimi başka başka şeylere veriyorum. O da olmuyor, bu kez de suçluluk duygusu sarıyor benliğimi. Nasıl bu kadar umursuz olabiliyorsun, yüzlerce insan kaldı toprağın altında, ‘güzel güzel’ öldüler, sen alışveriş merkezlerini tavaf ediyorsun diye basıyor yaygarayı iç sesim.
Uzak durmak çok da kolay değil zaten, gözlerini kapatsan da gelip buluyor seni haberler, ofiste, çarşıda, sabah kahvaltısında, dost sohbetlerinde, her yerde. Kanatıyor durmaksızın.
Yollar kapatılıyor, otobüsten inmek zorunda kalıyorsun yarı yolda. Soma faciasını protesto eylemleri var sokaklarda.
Yüzlerce hayat sönmüş, yerin 400 metre altında ekmeğini arayan sayısız madenci yok artık. Günde sekiz saat kömür tozu yutanlar, inanılmaz koşullar altında üç kuruşa çalışanlar yok.
Soma’nın adını ilk kez duyuyorum ben, maden işçilerinin çalışma koşullarını da öyle. Utanıyorum bir kez daha kendimden, kendi yaşam, çalışma koşullarımdan, günlük sıkıntılarımdan, şımarıklığımdan.
Kâr etmesek madeni çalıştırmazdık diyen bir açıklamasını okuyorum şirket yöneticilerinin. Haliyle, piyasa ekonomisinin belirleyicisi bu, kâr! Elbette zararına çalışmayacak bu maden. Ancak çalıştırdığı işçinin sağlığını, güvenliğini düşünmesi gerekmez mi bir şirketin?
Üzerinden kâr sağladığın girdiyi, emeği korumazsan üretimine nasıl devam edebilirsin? Ekonomik akıl edemeyeceğini söylüyor bir yandan. Diğer yandan emek piyasası dengeleri devreye giriyor. Arz talebi üçe, beşe katlayınca, giden gider, kalan sağlar bizimdir mantığı hüküm sürer piyasalarda. Ekonomi yasaları bunu da söylüyor aynı zamanda. Öyle de oluyor zaten...
Sosyal Devletin sorumluluğu, yasa koyucunun, denetleyicinin rolü gündeme geliyor bu noktada. Yerel yasalar, Uluslararası antlaşmalar güçsüzü korumaya yönelik olmalı. İşçinin sağlığını, güvenliğini, haklarını garanti altına almalı.
Yapamıyor mu? Herşey işverenin insafına kalıyor o zaman.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) madenlerde yaşam odalarını zorunlu kılmış. Ancak, Türkiye bunun altına imza koymamış. Yaşam odaları olsaydı madende, çok daha farklı olurdu bu ‘can faturası’ diyor bilirkişiler.
Bizim yasalarımızda zorunluluk yok diye dinliyorum bir yetkili ağzı. Muhabirin ‘Gerekli mi peki?’ sorusuna cılız bir evet cevabı veriyor.
‘Ülke’de yapanlar var mı?’ sorusunun yanıtı ise, çok az da olsa var, ismini vermeyim reklam olmasın!
Ver oysa adını, reklam olsun, işçisinin güvenliğini düşünen şirketi herkes bilsin, sen teşvik et, ben takdir edeyim, örnek olsun. Daha iyi olmaz mı?
Yasa yok, yaptırım yok, fiyatlar düşük, denetim yetersiz, teşvik de etmiyorsun. Sonuç?
Bir patlama, yüzlerce ölü...
Bu facianın adına ihmal deyin, umursuzluk deyin ama kader demeyin ne olur.
İşçi hakları umurumuzda değil deyin, biz paramıza bakarız, beğenen çalışır, beğenmeyen gider deyin de, bu işte hiçbir suçumuz yok demeyin.
İnsan hayatı önemsiz deyin, bizim için sadece bir rakam, bir isim çalışanımız deyin, her ölenin ailesine tazminat verilecek diye övünmeyin, lütfen!
Çok büyük bir acı bu. Bu acıyı derinden hisseden insanlar var. Ölenlerin ailelerinin yerine kendini koyabilenler, hissettiklerini paylaşanlar, yardıma koşanlar. Başkaları aynı koşullarda ölmesin diye feryat figan edenler var.
Soma’yla alakası olmayan, hayatında eline bir parça kömür almamış insanlar mı bunlar? Ne fark eder ki?
Yan köylerden mi gelmişler? Gelsinler, ne çıkar?
İnsan olmak, insanı sevmek böyle bir şey işte, haksızlığa, yanlışlığa, eksikliğe karşı çıkmak, doğruyu aramak, adaleti savunmak. Bunu anlamak çok mu zor?
Büyüklükse, sağa sola saldırmak yerine, yanlışlardan ders almak, hataları düzeltmek, acıların tekrarlanmamasını sağlamak. İmkansız mı geliyor bu kulağa?
Siyah bir kurdele yetmez ölenleri anmaya, acıyı paylaşmaya.
Fazlası gerekli yaraları sarmak, bazı yaraların ise asla kapanmayacağını anlamak için. Çok daha fazlası...
18 Mayıs 2014
Ankara