Hiç de konuları takmaz gibi görünüyordu dışarıdan.
İçi dışı bir olmayanlardandı yani. Belki de birçoklarımız gibi. Kim bilir.
En iyi becerdiği şey ise yüreğindeki sıkıntının yüzüne vuruşunu engelleyebilmesi. Nasıl yapabiliyor ki insan bunu. Yüreğin burkulurken, acı çekerken yine de karşılaştığın her insana gülümseyebilmek, hal hatır sorabilmek ve hatta kahkahalarla gülmek, gülümsemek. Çok başarılı bir tiyatro oyuncusu gibi sanki.
En çok da yakınlarından darbeyi yediğini söylemişti bir buluşmamızda. Yok öyle aşk meşk işleri değildi, belki de daha kötüsü, daha can alıcısı. “güven” duyduğu “dost” saydıklarından. Nerden bilecekti ki içini dışına çıkardığında bu gibi insanlar için acayip bir materyale dönüşeceğini. Sadece materyale dönüşmekle de kalınmayıp, gün gelir bu içini dışına döktüğün şeylerin orada burada, şu ağızda bu düşüncede, şu akılda, şu sözde ete kemiğe bürünebileceğini. Dedim ya en çok da bu acıtırmış yüreğini.
Pek konuşan bir tip değildi aslında. En azından bu zamanda.
Geçmişi mi? Yok matrak biriymişti. Ama akıllı, düzeyli, kendine özgü bir duruşu olan, bilgiye sürekli susamışlığıyla yazan çizen konuşan biriymişti. Hani derler ya, “işin topunda bırakacaksın mesleği”. Öyle yaptı galiba. Pek fazla anlatmıyor ki geçmişini. Birkaç kez sormadım değil. Geçiştiriyor kem kümlerle.
Geçmişten, geçmişinden bu kadar mı rahatsız olur insan? Oluyor işte. Ben yine de her fırsatta ısrarcı oldum geçmişini bir nebze de öğrenmek için.
Geçmiş dedimse yani o bildik geçmişten bahsetmiyorum, zaten günümüzde şu sosyal ya da a-sosyal medyada bir tuşla adamın seceresini buluyorsunuz. Yediği içtiğinden meraklarına, yaptıklarına hatta bir tarafını acıtmışsa o acıttığı tarafın fotosu da paylaşılıyor. Yani ne ararsan var, yok yok işte bu mecrada.
Neyse, biz konumuza dönersek; onu çok araştırdım, buldum da zamanında ne kadar göz önünde, başarılı biriymiş diye. Bunlar görünen taraflar işte. Tıpkı aysberg gibi. Bana bunun alt kısmı lazımdı. Merak işte benimkisi de. Polisiye film gibi sürüklüyor beni geçmişine doğru.
Bir kadeh kırmızı şarap döküyorum kendisine bu yeni buluşmamızda. Biliyorum, seviyor o mereti. Nereden mi biliyorum, e o da zamanında birkaç fotoğraf paylaşmıştı o bildik mecrada.
Kadehi doldurup önüne koyunca hoşuna gitti. Yüzünü kaplamış bıyık sakal ormanı arasında dudak ucuyla gülümsediğini fark ettim. Bana bakmıyordu, kadehe bakıyordu buğulu gözleriyle. Belli ki derinliklere doğru yolcuğa başlamış şarabın kırmızısında.
Uzun zamandan sonra ben değil o başladı konuşmaya.
“Biliyor musun” dedi. Bekledim arkası gelsin. Bekledim, bekledim, bekledim. Okkalı bir yudum aldı şaraptan. Biraz ağızında tuttu, şöyle hafifçe çalkalar gibi yaptı sonra da yavaşça yuttu. “Kırmızı şarabı sevişim, bu burukluğundandır. Tıpkı yüreğimizi buruk hale getiren yakınımızdaki insanlar gibi.”
Hade yine başlıyoruz muamma konuşmalara dedim içimden. Bekledim belki devam eder diye. Baktım olacak gibi değil, ben konuyu açayım dedim, “Kim buruklaştırdı yüreğini” diye bir baraj sorusu sordum sohbetimizin açılıp açılmayacağını merak ederek. Yine bekledim. Bir yudum daha aldı şarabından, ağzında tuttu, çalkaladı, yuttu.
“Değerinden çok değer, beni sahiplendiklerinden çok fazlasıyla sahiplendim insanları. Onların gerçek yüzünü görünce, yüreğimi en fazla da bu buruklaştırdı. Tıpkı şu şarap gibi” dedi. Şok oldum.
Hani söylediklerinden değil, elbette onlar da önemli ama ilk kez geçmişindeki yürek burkanlarla ilgili böylesi bir cümle kurmuştu bana.
Sonra cebinden piposunu ve tütününü çıkardı. Yavaşça piposunu doldurdu, gazlı çakmağını çıkarıp yaktı. Tütünü içine çekerken pipo içinden çıkan tütün yanık cızırtısı ve kokusuydu sadece o ortamdaki hakim ses ve koku.
Sonra kalktı, başıyla teşekkür ederek yürümeye başladı. Ta ki bir dahaki sefere görüşene dek.