“Yurt hakkımız gasp ediliyor”

CTP Milletvekili Doğuş Derya, hem müdahalelerle hem de hükümetin attığı adımlarla demokrasi erozyonu yaşandığını, bilinçli bir yoksullaştırma ve mülksüzleştirme politikası olduğunu vurguladı.

Fayka ARSEVEN KİŞİ

CTP Milletvekili Doğuş Derya, “ülke çok ciddi bir demokrasi erozyonu yaşıyor” diyerek aynı zamanda bilinçli bir yoksullaştırma ve mülksüzleştirme politikası olduğunu söyledi.

Derya, “Toplumu yok etmeye çalışıyorlar” vurgusu yaptı.

Derya, “Alım gücümüz düştükçe ve geçinemedikçe KKTC vatandaşı olan insanlar ellerindeki malları, mülkleri satmaya başladılar. Yurdumuz ayaklarımızın altından gidiyor” diyerek endişesini dile getirdi.

Bu hafta CTP Milletvekili Doğuş Derya ile ülkede yaşananları konuştuk.

YENİDÜZEN: Çok genel bir soru olacak ama ülkede yaşananları nasıl yorumluyorsun?

Doğuş DERYA: Ülke çok ciddi bir demokrasi erozyonu yaşıyor. 2020 Cumhurbaşkanlığı seçiminden itibaren ülkedeki bütün siyasi dengeleri bozan müdahaleler silsilesi ile karşı karşıyayız. Önce Cumhurbaşkanlığı seçimi, sonrasında UBP kurultayı, daha sonra başbakanın kim olacağı, kabinede kimlerin görev alacağı ve tüm siyasi süreçlerin sürekli yapboz tahtasına dönüştürülerek aslında ciddi bir istikrarsızlığın istikrar haline getirildiği bir dönemden geçiyoruz.

Bu süreçte demokrasinin bütün mekanizmaları aşınmaya başlandı. Müdahale ile oluşturulan Hükümet, hukuku ihlal eden ve Yasamanın fonksiyonlarını berhava eden bir tablo çiziyor. Meclis’in, yani halkın seçtiği temsilcilerin yapacağı yasalar yerine yasa gücünde kararnameler ile ülkeyi yönetmeye kalkarken, kamu kaynaklarını da dar bir çıkar grubu arasında üleştiriyor. Halkın iktidarı denetleyebilme mekanizmaları elinden alınıyor; böylece yöneten bir grup küçük elitin kamu kaynaklarını kemirdiği bir düzen ortaya çıkar. Bu demokrasi değildir. Türkiye'de yaratılan otokratik düzen, buraya ithal edilmek isteniyor gibi. Otokrasi, bir kişinin veya o kişinin etrafında toplanan küçük bir elitin siyasi bir buldozer yaratarak hukukun ve kamu menfaatinin üzerinden geçmesidir. Son dönemlerde yaşadıklarımız maalesef bunu hatırlatıyor.

Demokrasi erozyonuna paralel olarak ağır bir yoksullaşma süreci de var. Zaten pandemi dönemiyle birlikte ekonomi ciddi yara aldı. Bir de Türkiye'de uygulanan yanlış ekonomi politikaları dolayısıyla KKTC ağır bir enflasyon fırtınası içinde savruluyor. Pandeminin ilk günlerinden itibaren hükümette olan UBP ne yapıyor? Reel sektörün ayakta durabilmesi için kaynak yaratacaklarına, bu ülkedeki işletmelerin yaşayabilmesi için hibeler üreteceklerine emek düşmanı bir politika yürütüyorlar. Yurttaşların insan haysiyetine yaraşır bir hayat yaşayabilmesi için alım gücünü koruyacak önlemeler alacaklarına bunun yerine sürekli halkın cebinden çalan ve küçük bir zümreyi semirten bir siyaset izliyorlar. Bunun en nihai boyutu Elektrik Kurumu’nda yapılanlardır. Biz uzunca bir süredir KIB-TEK’in özelleştirilmesi için belli bir grubun operasyon çevirdiğinin farkındayız.

2016’da kablo ile elektrik getirme konusu cicili bicili bir şeymiş gibi sunulmaya çalışılırken, Meclis kürsüsünden bunun aslında ENTSOE mevzuatına uygun olmadığını, bizi Avrupa enterkonnekte sisteme bağlayacak bir sistem olmadığını bilakis Türkiye’deki bir santrale alım garantili bir anlaşmayla (yani bugün AKSA ile yapılan anlaşma gibi bir anlaşmayla) daha da bağımlı hale getirecek bir nokta olduğunu o zamanlardan söylüyordum.  O dönemde yine Enerji Bakanı olan Sunat Atun enterkonnekte ile ilgili anlaşmaya imza koyan kişi olarak KIB-TEK’in iletim-dağıtım-üretim olarak ayrıştırılıp özelleştirilmesini süslü laflarla halka yedirmeye çalışıyordu.

Süreç içerisinde gördük ki aslında KIB-TEK başka kurumlarda olduğu gibi haraç mezat satılabilmek için batırılmaya, zarar ettirilmeye çalışılıyor. Birileri ihalesiz yakıt almak suretiyle sadece KIB-TEK’e zarar vermiyor aynı zamanda ödenen fahiş paraların faturasını halka kesiyor. Yani bize şu an elektrik zammı gibi sunulan yüksek faturalar ile ihalesiz yakıt aldıkları yabancı çevrelerin paralarını ödüyoruz. Faturalarımız aracığıyla aslında bizim paramız bu çevrelerin cüzdanlarına transfer ediliyor. Bu korkunç bir şeydir. Çünkü bir toplumun kendini yönetmeyle ilgili iddiası bazı stratejik sektörlerde  irade ve yönetimi devretmemek ile doğrudan bağlantılıdır. Mesela haberleşme, ulaşım, enerji, su, eğitim, sağlık, tarım ve hayvancılık... Bu alanları yabancılar değil siz yönetirseniz kendi kendinizi yönetmiş olabilirsiniz.

Biz ne yapıyoruz? Telekomünikasyon Dairesi’ne bugüne kadar zerre yatırım yapılmasına izin verilmedi. Çünkü elden çıkarılmak isteniyor. Limanları özelleştirme çok normal bir şeymiş gibi sunuluyor... Niye? Çünkü Mağusa Limanı uluslararası ticarete açılırsa bundan para kazanmak isteyenler var. Kıbrıslı Türkler yönetmesin mantığı devam ediyor. KTHY bizim yönetimimize geçtiği andan itibaren vahşi bir saldırı ile karşı karşıya kaldı ve orayı yönetmememize izin vermemek için her türlü ayak oyunu döndürüldü. Yani geçmişte Sanayi Holding, Zeyko’nun batırılışını gördük, nostaljisini yaptık. Şimdi aynı şey KIB-TEK ile ilgili karşımızda. Bu planlı bir şeydir. Yani Kıbrıslı Türklerin kendi kendini yönetmesini engellemek, kendi irademizin bu ülkede realize olmasının önüne geçmek ve tamamen bizim adımıza karar vermeye çalışan bir siyasi aklın sonucudur. Nitekim bunu Kıbrıs sorununda da görüyoruz. Yani bizimle birlikte değil bizim adımıza konuşan bir Türkiye hükümeti var. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale edilmesi ve bu bağlamda Ersin Tatar’ın ‘cumhurbaşkanı’ atanması tesadüf değil. Bugün Doğu Akdeniz’deki gaz hesapları dolayısıyla şu an Kıbrıs rehin tutuluyor ve uluslararası hukuk hilafına Maraş açılımı olarak sunulan şey, bizi uluslararası arenada zor duruma sokuyor. İki devletlilik,  BM Güvenlik Konseyi’nin, AB’nin ve elbette adanın birleşmesi için Annan Planı’nda yüzde 65 evet oyu kullanan Kıbrıslı Türklerin kabul etmeyeceği tamamen suni bir tezdir. Kıbrıslı Türklerin toplumsal çıkarları ile alakası yoktur. Kıbrıs'ın kuzeyini rehin tutmak için ortaya atılmıştır.  Bu uluslararası hukuk dışına çıkan tutum dolayısıyla Annan Planı’nda evet dediğimiz için BM ve AB nezdinde kazandığımız meşruiyet de erozyona uğramaya başladı. Örneğin AB’nin Kıbrıslı Türklerin AB sürecine hazırlanması için ayırdığı finansmanlarda ciddi aksamalar oluyor. Son 33.4 milyon Euro’luk bir paket açıklandı, hellimin tescili sonrası standartlara uygun hellim üretimi olabilmesi için, yeşil enerjiye geçilebilmesi için velakin biz olması gereken yerde değiliz. Dünya iklim krizini konuşurken, güneye iklim krizine uygun politikalar üretebilmesi için milyarlarca Euro ayrılırken, biz hala daha Başbakan olarak atanmış Ünal Bey’in kimi nereye bürokrat olarak atadığını, bu kadar kısıtlı kaynak içerisinde örneğin Gaziantep’e ateşe olarak atanan kişilerin 4500 Euro civarında aldığı maaşı konuşmak zorunda kalıyoruz.


“Yurttaşlar malını, mülkünü satmaya başladı, birileri gelip bunları alıyor, yurdumuzun ayaklarımızın altından gidiyor”

YENİDÜZEN: Toplum olarak biz bunun neresindeyiz?

Doğuş DERYA: Kıbrıslı Türklere şu an yapılan en büyük kötülük bilinçli yoksullaştırma ve mülksüzleştirmedir.  Türk Lirasının değer kaybından dolayı (bugün bağımsız enflasyon araştırma gruplarının açıkladığı) Türkiye’deki yıllık enflasyon yüzde 170’leri geçmiş durumdadır. Adanın kuzeyindeki enflasyonun çok daha yüksek olduğu anlamına gelir. Evet dünyada enflasyon yükseliyor. Ama AB ortalaması yüzde 8-9 civarındadır. Alım gücümüz düştükçe ve geçinemedikçe KKTC vatandaşı olan insanlar ellerindeki malları, mülkleri satmaya başladılar. Ama öteki taraftan birileri gelip bu toprakları ve binaları alıyor. Kimler alıyor? 40 çeşit milletten gelen insanlar. Bu aslında yurdumuzun ayaklarımızın altında gittiği, yurt hakkımızın gasp edildiği manasına geliyor. Yani biz tarımsal arazilerimizi korumak üzerinden bir politika geliştireceğimize, suyu nasıl rehabilite edebiliriz ve bu kadar kuraklık yaşayan bir ülkede su kalitesinin niteliğini nasıl artırabiliriz, çoraklaşmaya karşı ve toprak tuzlanmasına karşı ne gibi önlemler alabiliriz, bunları konuşacağımıza tarımsal arazileri inşaata açıyoruz. Yani bugün kendi buğdayını üretemeyen ve buğday konusunda da dışa bağımlı bir ülke, bir domatesin 40 TL olduğu bir yerde, bu, tüm nesilleri  etkileyen  ciddi  bir beslenme sorunu demektir. Artan yoksullaşmaya paralel olarak kadına yönelik şiddet ve çocuk istismarı haberleri artıyor. Çünkü sosyal devlet anlayışı diye bir şey yok. Devletin bütün kaynakları sosyal politikalar yerine ya siyasi atamalara ya da ihalesiz yakıt alımlarında olduğu gibi peşkeşler için harcanıyor

Modern ülkelerde kaliteli yaşlanma diye bir şey var. Yaşlananın da insan olduğunu unutmadan yaşlı bakım evlerinin, siteler şeklinde yapıldığı insanların kendi özel bungalovunda kalabildiği ve düzgün sağlık hizmeti alabildiği yerler, bunlar bize çok uzak. Çünkü devlete ödediğimiz vergiler bize hizmet olarak dönmüyor. Sonra da insanlar neden vergi ödemek istemiyor diye düşünüyorlar. Çünkü yurttaş ödediği verginin kendisine hizmet olarak döndüğünü göremiyor.  

 

YENİDÜZEN: Toplumun tüm bu yaşananlara dair tepkisi ya da tepkisizliğine dair ne düşünüyorsun?     

Doğuş DERYA: Satrançta "çatal hamlesi" denilen bir hamle vardır. Bir taşı oynatarak, aynı anda iki taşı birden tehdit edersin. Otokrasilerde de bu yapılıyor şimdilerde… İnsanların üzerinde dolaylı ve direkt yollardan baskı kuruluyor. Bir taraftan insanları infiale sürükleyerek karmaşa ve kaos ortamı yaratmak istiyorlar ki güvenlikçi politikaları devreye soksunlar, olağanüstü hal ilan ederek toplum üzerinde kurulan baskı mekanizmalarını ağırlaştırsınlar. Mesela ifade özgürlüğünü, toplu yürüyüş ve gösteri hakkını, sendikal hakları vb hakları budayan bir sürü düzenleme getirerek demokrasi alanını daraltmaya çalışıyorlar. Bunun diğer boyutu, sosyolojik düzeyde korku kültürü yaratmaktır. Topluma sürekli olarak "ayaklandığın anda başına sopayı yersin" diyen uygulamalar devreye koyuyorlar. Böylece çatal hamlesinin diğer boyutu, yani öğrenilmiş çaresizlik boyutu işlemeye başlar.  İnsanları "Biz bir şey yapsak da sonuç değişmeyecek" öğrenilmiş çaresizlik noktasına getiriler, sandığa katılımı düşürürler, örgütlü mücadele yerine bireysel çözümler üretmeye yönlendirirler, tepki ortaya koyamasın diye yoksullaştırırlar. Örneğin, bir insanın İskele’den çıkıp Lefkoşa’daki bir eyleme gelebilmesi için ödediği benzin parası, bir günlük mutfak masrafına tekabül ediyorsa, o insan önce karnını doyurmayı düşünür.  Bu dolaylı olarak göç ettirme politikasıdır da diyebiliriz. İnsanların ya "yeter" deyip göç etmesini isterler ya da tepkisiz, kayıtsız, sandığa gitmeyen ve kaderine razı olan bir toplum olarak yaşamalarını isterler.  Bu otokratların çok işine gelir. Rusya’da, Venezuela’da, Türkiye’de, dünyanın her yerinde otokrasi ile yönetilen yerlere bak seçime katılımı düşürmek suretiyle lider oluyorlar. Yani seçime katılımı yüzde 40’a düşürür, onun da yüzde 30'unu alıp aslında  toplamın yüzde 12’si ile lider olmuş olur. Maalesef demokrasi, demokratik kurumlar ortadan kalkmaya başladığında böyle bir sosyolojik sonuç olabiliyor. Tam da bu noktada insanları herhangi bir eylemliliğe çağırdığında sonuç alabilmelerini sağlamak gerekiyor.

Bu noktada hem sol partilere hem de sendikalara emek ve hak yanlısı politika güden herkese aslında çok iş düşer.


“Terörist muamelesi yapan bir dil zaten uzlaşıya açık bir dil değildir”

YENiDÜZEN: Türkiye ile olan ilişkiler raydan çıktı. Siyaseten de müdahaleleri yaşıyoruz. Türkiye ile ilişkiler düzelir mi?

Doğuş DERYA: Türkiye devleti ile Türkiye devletini yöneten hükümeti birbirinden ayırarak konuşmak gerekir. Çünkü Türkiye geniş bir coğrafya, yüzyıllık bir devlet. Şu anki iktidarın Kıbrıs’a bakışının kolonyalist bir bakış olduğunu düşünüyorum. Bu ülkedeki kurumlara, halkın iradesine saygı duymayan, burayı bir Türkiye vilayeti hatta bir belediyesi gibi gören dolayısıyla buradaki tüm yönetsel süreçlere müdahale eden bir tutumu var. Bu yaklaşımla istişare edebilmek ve bunu doğru bir zemine çekmek mümkün mü? Eğer her iki taraf da bu konuda istekli olsaydı mümkün olurdu ama Türkiye Hükümeti'nin Kıbrıslı Türklere bakışı maalesef böyle değil. Türkiye ile olan ilişkilerin sağlıklı, düzgün bir diyalog zeminde olması gerektiğini savunan bir partinin mensubu olarak söylüyorum, AKP-MHP ittifakının ülkemize ve toplumumuza yaklaşımı küçümseyici ve itaat kültürü bekleyen bir noktada… Karşımızdaki muhatabın bizi eşit ve aynı zamanda kendi özelimizde saygı duyulması gereken bir toplum olarak görebilmesi lazım her şeyden önce…

Bugün Güney Kıbrıs ile Yunanistan’ın ilişkisine baktığınızda orada iki devletin birbiriyle diplomatik adaba uygun bir ilişki içinde olduklarını, aralarındaki tarihsel ve etnik bağların öncesinde iki eşit devlet adabında ilişki biçiminde olduklarını görüyoruz.

Bize yaklaşımda maalesef böyle bir tutum yok. Hatta Türkiyeli yetkililer çok uzunca bir süredir buraya gelip Türkiye vilayetinde dolaşırmış gibi dolaşıp, burada temsilcilikler açıp buradaki tüm ekonomi politikalarına protokoller aracılığıyla müdahale eden ve sosyal mühendislik yapmaya çalışan bir yerden yaklaşıyorlar. Yani en son Türkiye ile imzalanan İktisadi ve Mali İş birliği Protokolü’ne baktığınızda protokolün iktisadi değil, siyasi saiklerle yapıldığını görüyorsunuz.  Sendikal hakların kısıtlanması, toplu yürüyüş ve gösteri hakkının kısıtlanması, yurttaşlık politikasının nasıl olacağı hatta özel harekatla ilgili de madde var. Buna kim niye ihtiyaç duyar? Kıbrıs'ta çok uzun süredir demokratik çerçevede eylem yapma geleneği var. Bugüne kadar Kıbrıslı Türkler eylem yaparken, hangi siyasi görüşten olursa olsun birbirinin burnunu kanatmamıştır. Özel harekât timlerinin bu ülkeye getirilmesi hangi maksatla protokole koyulmuştur? Bunun İktisadi İş birliği Protokolü ile ne alakası var? Üstelik buna karşı çıkan insanlara Sayın Fuat Oktay "vatan haini" demiştir. Sürekli olarak birilerini ötekileştiren, birilerini hain ilan eden kendi siyasal fikirleri ile uyumlu olmayan kişilere "terörist" muamelesi yapan bir dil zaten uzlaşıya açık bir dil değildir. Dolayısıyla diplomasiye uygun uzlaşı nerde olur? Demokrasiyi içselleştirmiş geleneklerde olur. Türkiye Hükümeti bizimle bir ast-üst ilişkisi kurulduğu müddetçe burada sağlıklı bir diyaloğun kurulması çok mümkün olmuyor. Bu sadece Kıbrıslı Türklerin üzerine düşen bir şey değildir. Bu aynı zamanda adadaki varlığı Kıbrıslı Türklere bağlı olan Türkiye hükümetinin de sorumluluğudur. Şunu da hatırlatmak isterim; Türkiye Cumhuriyeti, 1960’da kurulmuş Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörüdür. Türkiye, Yunanistan ve İngiltere 1960 Garanti Antlaşması ile neyi garanti ederler? Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal ve toprak bütünlüğünü.

Türkiye şu an iki devletlilik tezi üzerinden bir pozisyon ortaya koyarken aslında anayasal ve toprak bütünlüğünü garanti ettiği bir ülkenin bölünmesini savunarak uluslararası hukuk dışına çıkmıyor mu? Kendi ülkesindeki bölücü faaliyetlere karşı toprak bütünlüğünü savunduğunu söyleyen bir hükümet nasıl garantörü olduğu bir ülkenin bölünmesi üzerinden pozisyon koyar? Bu çok büyük çelişkidir.

Bunu geçtim sosyal mühendislik olarak da adaya yaklaşımda gene İktisadi İş Birliği Protokolü içerisinde olmaması gereken aile ve sosyal politikalarla ilgili madde var. Ben Türkiye’de yetişmiş, 12 yıl Türkiye'de yaşamış bir feminist olarak bugün Türkiye’de her gün bir kadının öldürüldüğünü gördükçe derin acı çekiyorum. Kadınların nafaka hakkının gasp edildiği, birer kuluçka makinesi olarak görüldüğü, kadına yönelik şiddet faillerinin beraat ettiği veya hafifletici nedenlerle cezai indirime tabi kaldığı bir yerde, İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede tek bir kişinin kararı ile çıkıldığı… Yargı bağımsızlığının sıfırlandığı bir ülkede sosyal politikalarla ilgili üretilen şey kadınları ve çocukları koruyan bir politika hattı olsaydı bugün her gün bir kadın öldürülmezdi, çocuk istismarı hatta çocuk cinayetleri bu kadar gazetelere yansımazdı ki yansıyanlar buz dağının görünen yüzüdür.

Şimdi bu ülkede sosyal hizmet uzmanları, akademisyenler, bu konuda yapılmış hiçbir çalışma yokmuş gibi Türkiye’den buraya sosyal politika ithal etmeye kalkmak sosyal mühendisliktir. Bizde din ve vicdan hürriyeti anayasa ile güvence altına alınmıştır ve kimse kimsenin ibadetine, eğitimine, tanrı ile kurduğu ilişkiye karışmaz. Ama yakın geçmişte ne yapıldı? Din ve vicdan hürriyetini kullanarak din temelli eğitimleri ve bunu yapacak kurumları bu ülkeye dayatarak sosyal mühendislik yaptılar. Aynı şeyi şimdi sosyal politikalarla yaptıklarını görüyoruz.

Kültürle ilgili politikalar da hakeza benzer biçimde gidiyor.  Yine bu protokolde örneğin; Osmanlı ecdadının bıraktığı kültürel mirasın restorasyonu ile ilgili paralar ayrılacağı söyleniyor. Bu ülkenin geçmişinde Osmanlı var doğrudur ama bu ülkenin geçmişinde Lüzinyanlar, Venedikliler, Templer Şövalyeleri, İngilizler de var. Bu ülkeyi Kıbrıs yapan şey tarihsel zenginliğidir.

 

“Bize sürekli olarak bir kültür dayatması yapılıyor”

YENİDÜZEN: Hep bir “düşmanlık” suçlaması var, özellikle Türkiye-Kıbrıs ilişkileri bağlamında gelinen aşamayı nasıl yorumlarsınız?

Doğuş DERYA: Bize sürekli olarak bir kültür dayatması yapılması aslında doğrudan baskıcı, kolonyalist bakış açısının göstergesidir. Bu kolonyalist ilişkiye karşı çıkmak Türkiye’yi sevmemek veya Türkiye düşmanlığı yapmak değildir. Toplumun haysiyetine sahip çıkmaktır. Kardeşçe güzel bir ilişki kurma talebidir. Buradan düşmanlık edebiyatı üretmemelidirler.

Eğer Türkiye bu tarihsel bağlara dayanarak Kıbrıslı Türklerin güvenliğine önem verdiği için buralardaysa o zaman adada bulunan askeri gücü için hibe olması gereken ve Kıbrıslı Türk otoriterlerinin hiçbir söz hakkı olmayan savunma giderleriyle ilgili üzerine düşen miktarı niye göndermiyor?

Türkiye’nin elinde Türkiye Merkez Bankası gibi para basma kabiliyeti olan bir kurum var. Geçen yıl da savunma giderleri için taahhüt edilen, hibe olması gereken bütçe gönderilmediği için biz KKTC otoriteleri olarak yüksek faizden savunma giderlerini karşılayabilmek için borçlandık. Düşünün ki reel sektöre, turizmciye, hayvancıya, restorancıya, çiftçiye hibe edilmek üzerine borçlanmadı bu devlet Türkiye’nin hibe olarak göndermesi gereken savunma giderlerini göndermemesinden dolayı borçlanıp ödedi. Yani burada o zaman demek ki bir sıkıntı var. Bununla ilgili hamaset yapmadan önce neyi yapıp, yapmadıklarıyla ilgili kendilerine bakıp özeleştiri yapmaları gerekiyor.

 

YENiDÜZEN: Türkiye’ye girişine izin verilemeyen insanlar, TC Cumhurbaşkanı ve KKTC Cumhurbaşkanı’na sosyal medyadan hareket ettiği iddiasıyla dava okunanlar…

Bu davranışlar ‘korku imparatorluğu’ yaratma mı?  Bu konularla ilgili düşünceniz nedir?

Doğuş DERYA: İfade ve basın özgürlüğünü kısıtlamak isteyen yasaların meclise gelişini hep beraber yaşadık. Ünal bey Başbakan olarak atanır atanmaz, ülkenin en acil meselesi buymuş gibi bu yasaları meclise göndermişti. Basın emekçilerinin ve bizim direnişimiz sayesinde yasalar geri çekildi.

Bunun protokolde de olduğunu gördük. Yani basın mevzuatının değişeceği ile ilgili bir ibare vardı. Yanında bunu kim yapacak diye olan yerde de TC Teknik Heyeti yazıyordu. Yani bu ülkede gazeteciler, televizyoncular sanki basın özgürlüğünün ya da gazeteciliğin nasıl yapılacağını bilmezlermiş gibi birileri bize neyi konuşacağımızı neyi susacağımızı dayatmaya çalışıyor. Aynen Türkiye’de oluşturdukları havuz medyası gibi bir havuz medyası oluşturmaya çalışıyorlar. 

Sadece saydığım örnekler değil aynı zamanda onun öncesine de geleyim Ali Bizden, Ali Kişmir, Ahmet Cavit An, Abdullah Korkmazhan ve en son Aysu Basri Akter’e yapılanlar veya Hasan Ulaş Altıok’a dava okunması…

Yani buralarda tek tek insanların üzerine giderek, aydın insanları, sırf federal çözümü savundukları için, bu ülkede barış istedikleri için itibarsızlaşmaya ve terörist gibi gösterip aslında o insanların toplumsal itibarıyla ilgili bir erozyon yaratmaya çalışıyorlar. Bu insanlar üzerinden genele bir mesaj verilmeye çalışılıyor, “eğer siz de konuşursanız, fikrinizi beyan ederseniz sizin de yakanıza yapışırız” üzerinden yaklaşım var.

 

YENİDÜZEN: Ersin bey de benzer bir yaklaşım içinde mi?

Doğuş DERYA: Eğer bulunduğunuz pozisyona halk desteği ile gelmezseniz, halkın size dair fikirlerini bastırmaya çalışırsınız. Ersin Beyin durumu da bu. Kendisi sürekli olarak birilerini ötekileştiren demeçler veriyor ve halkın kendisine karşı büyüyen tepkisinden rahatsız. Arkasında halk desteği olmadığı için insanları korkutarak ve susturarak tepkiyi kapatmaya çalışıyor. Halkın kendisini desteklemediğinin farkında. Bu yüzden değil midir ki Cumhurbaşkanlığı’nın Facebook sayfasında yorum bölümü kapatıldı.  O kadar çok insan oraya tepkisini ortaya koyuyor ki, Cumhurbaşkanlığı bunlarla yüzleşmek yerine insanları polise şikâyet ediyor. Kendisinin bu internet gazetesi adı altında çıkan yayınlarda her gün CTP milletvekilleri başta olmak üzere toplumda "Rumcular", "anavatan ile aramıza nifak tohumu sokmaya çalışanlar" gibi açıklamaları var. Kendisinin bu açıklamaları müfsit yayın değil ama sosyal medyada bir kişinin söylediği bir şey müfsit yayın olarak ele alınıp da ceza davası okunmaya çalışılıyor. Bunların hepsinden utanç duyuyorum. Bunlar aklımıza hakarettir.

Röportaj Haberleri