OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR…
Yurtdışından bir okurumuz, bizi arayarak üç sene önce Kıbrıs’ta Kayıplar Komitesi yetkililerine göstermiş olduğu iki yerin akibetini öğrenmemiz için bizden yardım istedi.
Biz de yaptığımız araştırmada, okurumuzun Aspro Mutti’de (Bozdağ) göstermiş olduğu alanda daha sonra yapılan kazılarda bazı insan kalıntılarının Kayıplar Komitesi tarafından bulunmuş olduğunu öğrendik. Ancak okurumuzun Boğaz Piknik Alanı’nda göstermiş olduğu alanda, daha önce kazı yapılarak bir şey bulunamamış olması nedeniyle yeni bir kazı yapılmadığını da öğrendik. Okurumuzu bu konularda bilgilendirdik. Okurumuz ise Boğaz’daki olası gömü yerinin tekrardan araştırılması gerektiği konusunda ısrarlı…
Okurumuz üç sene önce Kayıplar Komitesi’ne göstermiş olduğu bu olası gömü yerlerini ayrıntılı biçimde bize de aktardı. Okurumuz şöyle yazdı:
“İyi akşamlar Sevgül Hanım! Ben …. Beyin çocukluk arkadaşıyım, …..’da yaşıyorum. Üç sene önce Kıbrıs’a gelmiştim. Orada “kayıp” Kıbrıslırumlar konusunda – umarım bana bilgi verebilirsiniz… Buradan konsolosluk vasıtasıyla Kıbrıs’a gelmiştim ve orada bildiğim iki yeri ilgililere gösterdim. Bilmem haberiniz var mı, merak ettiğim, bir neticeye varıldı mı acaba?
Gösterdiğim yerler Darboğaz piknik alanı ve Kıbrıslırum Bozdağı… Beni bilgilendirirseniz, sevinirim.
O günden beri hiç haberim olmadı, koordinatları not etmişlerdi, kazı yapacağız dediler sadece.
Ben olayın tanığı değilim, sadece cesetleri gördüydüm.
Askerliğimi Bozdağ’da yaptım, savaşta esir idim… Esirlikten sonra yine askerliğe Darboğaz’da devam ettim ve bu şahısları savaştan sonra terk edilmiş, üzerlerine az toprak atılmış bir vaziyette gördüm. Tam yeri hatırlarım ve gösterdiğim yetkililer de koordinatları not etmişlerdi. İnşallah bir neticeye varırlar.
Çok üzgünüm o vurulan askerlerle karşı karşıya askerlik yapmıştık, gerçi tanımıyorum ama yine de üzülüyorum, hepsi gençti.
İlgililere …… şehrinden gelip göstermiştim derseniz, kesin bilirler. Beni Kıbrıslırum tarafı davet etmişti… Tek arzum o şahısların bir mezarlarının olmasıdır. Kıbrıs’a gelirsem, sizi muhakkak görmek isterim.
Ben bu iki yeri üç sene önce gösterdiydim, Temmuz ayında…
Burada ….. konsoloslukla ilişki kurduktan bir sene sonra beni çağırdılar ve Kıbrıs’a gitmeye hazır mıyım diye sordular. Masraflarımı karşılayacaklarını da söylediler. “Tamam” dedim. İki hafta sonra uçak biletimi almışlar, orada beni karşılayıp otele yerleştirdiler. Kayplar Komitesi’nin Kıbrıs’taki ofislerine de gittim ve tanıştık Kıbrıslırum başkanlarıyla. Yer göstermeye üç genç oğlanla gittiydik, birisi Türkçe konuşuyordu – üçü de Kıbrıslırum idi, birinin adı T… idi.
Kıbrıslırumlar Bozdağ’a “Aspro Mutti” diyorlar. Orada beş-atlı kişinin cesedi vardı açıkta. Sanırım tahminim alıp bir yerlere gömdüler herhalde çünkü hiçbir şey bulamadık. Sözünü ettiğim yer Dikomo’nun üstü oluyor, Bozdağ’ın tam karşı tepesi, orada Kıbrıslırum birlikleri vardı.
Piknik alanına gelince, Boğaz Piknik alanından aşağı yukarı St. Hilarion’a doğru ayrılan yolun tahmini 100-150 metre karşısı. Orada iki-üç kişi vardı.”
Okurumuza bizimle temasa geçtiği ve göstermiş olduğu iki olası gömü yerinin akibetini üç sene aradan sonra takip etmeye devam ettiği için kutluyoruz ve kendisine çok teşekkür ediyoruz. Okurumuzun aktardığı bilgileri Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Asistanı Sayın Mine Balman ile Kayıplar Komitesi Kıbrıslırum Üyesi Sayın Leonidas Pantelidis’e aktarmıştık.
Okurumuzun talebi üzerine biz de bu iki olası gömü yeri hakkında araştırma yaptık ve Kayıplar Komitesi’nin okurumuzun Aspro Mutti’de (Bozdağ ya da okurumuzun deyişiyle Kıbrıslırum Bozdağı) göstermiş olduğu alanda daha sonra yaptığı kazılarda bazı “kayıp” kalıntılarına ulaşmış olduğunu öğrendik. Bu konuda Kayıplar Komitesi’nin bir yetkilisinden bu alanda kaç “kayıp” şahsın bulunduğu ve bunların kimliklendirilmişlerse, kimler olduğu hakkında bilgi istedik. Yıllar önce aynı bölgeyi bir başka okurumuz da Kayıplar Komitesi yetkililerine göstermişti…
Yurtdışından gelerek Kayıplar Komitesi’ne Boğaz Piknik Alanı’nda okurumuzun göstermiş olduğu bölgede, Kayıplar Komitesi’nin daha önce kazı yapıp bir şey bulamaması nedeniyle burada okurumuzun gösterdiği alanda tekrardan herhangi bir kazı yürütmediğini de öğrendik. Okurumuza bu durumu aktardığımızda ise, okurumuz bu alanda tekrardan araştırma ve kazı yürütülmesinde ısrarlı oldu.
Bizim de çağrımız ve önerimiz, Kayıplar Komitesi’nin Boğaz’da okurumuzun göstermiş olduğu alanda bir kez daha araştırma yapması yönündedir… Belki genişletme yapılarak sözkonusu olası gömü yerinde daha geniş kazılar yürütülebilinir. Veya bu bölge başka bazı gömü yerlerinde olduğu gibi, boşaltılmışsa eğer, belki kalıntıların nereye taşınmış olduğu araştırılabilir. Söz konusu olan en önemli nokta, yurtdışındaki bu okurumuzun bir görgü tanığı olması ve buradaki “kayıplar”ı bizzat kendi gözleriyle görmüş olmasıdır. Yani kulaktan dolma ya da ikincil bir kaynaktan bir bilgi söz konusu değildir, birinci elden bir bilgi söz konusudur. O nedenle bu bilginin çok iyi değerlendirilmesi gerekir. Bu konuda Kayıplar Komitesi’nin yeniden değerlendirme yapmasını öneriyor ve bu konuda ne tür gelişmelerin yaşanacağını görmek için biz de bekliyoruz. Okurumuza da bu işin takibini yapmaya devam ettiği için çok çok teşekkür ediyoruz. Hiç karşılıksız olarak göstermiş olduğu büyük insaniyet nedeniyle pek çok “kayıp” ailesi huzura kavuşturulacak… Bu da, adamızın kanayan yaralarının sarılmasında çok büyük bir adımdır. Kendisini kutlarız ve bizimle de temasa geçmiş olmasından ötürü tekrardan teşekkür ederiz.
BİR KİTAP…
“Sofranız şen olsun!”
“Sofranız şen olsun” başlıklı kitapla ilgili olarak T24’te Nilay Örnek, şöyle yazıyor özetle:
“Kimi zaman unutmak, kimi zaman hatırlamak için kurulan sofralar… Azınlık mutfağını temeline koyan kitaplardan yola çıkarak geçmişe, leziz yemeklere ve olması gereken geleceğe uzandık…
Benim her defasında etkilenerek anlattığım bir gerçek olaydır.
Annesi 25 yıl önce toplama kampında “açlık” ve hastalıktan ölen Anny Stern, 1969 yılında, yaşadığı Manhattan’da, “Size annenizden bir paket var…” diyen bir telefon aldığında küçük çaplı bir şok geçirir.
Gelen pakette, elle birbirine dikilmiş, dökülmekte olan kâğıtlarda annesinin el yazısı ve o yazıyla yemek tarifleri vardır.
Kimi Mina Pachter’in kızı Anny ya da torunu David’e ithaf ettiği yemekler, kimi de kendi adını verdiği “Pachter turta” gibi çikolatalı kekler, kimi kamptaki diğer insanların anlattığı tarifler…
Annesi Nazi toplama kamplarında açlıktan ölene kadar bu tarifleri yazmıştır.
Daha sonra bu tarifler bir kitap olur ve Anne Georget tarafından Imaginary Feasts (Hayali Ziyafetler) adlı bir belgesele evrilir.
Georget, açlıktan ölmek üzere olan, büyük bir aşağılama, kötü şartlar ve işkence altındaki insanların yemek konuşarak, birlikte yemek yazarak, tarifleri yazmak için tehlikeyi göze alarak hayatta kalma çabalarını anlatır.
Daha da ilginç olan şu ki, bu tek örnek değil, üstelik sadece Nazi kamplarında olmamıştır “tarif yazarak hayata tutunma”… Ruslar, Fransızlar, Amerikalılar, Çekler, Macarlar, Japonlar…
Gulag’da ve Japonya’daki toplama kamplarında yazılan tarifler. Erkekler ve kadınlar; gençler ve yaşlılar… Kâğıt ya da çarşaf ne bulurlarsa yazmışlar.
İşte benim için yemek budur.
Yemek umuttur.
Yemek hafızadır.
Yemek arkadaştır, ailedir, muhabbettir, geçmiştir, gelecektir, tarihtir, coğrafyadır, yerine göre bilgeliktir, karakterdir, neşedir… Yemek birleşmedir de…
Bu nasıl lezzetli bir kitaptır!
Son yıllarda “yemek” ile ilgili pek çok şey çok daha “cool” ve popüler malûm.
Okullar şef’ olmak ya da restoran açmak isteyenlerle dolu. Yemek anlatıcıları, yemek yorumlayıcıları, yemek değerlendiricileri gırla…
Kısa sürede kapananları olsa da, pek çok restoran açılıyor, yeme-içmenin başrolde olduğu festivaller, oturumlar düzenleniyor, televizyon, radyo ve internet programları yapılıyor.
Olmalı da zaten.
Ancak gördüğüm şu ki, derin ve yürekten samimiyet, gerçek yemek aşkı çoğu zaman atlanıyor ya da geride kalıyor!
Takuhi Tovmasyan’ın yazdığı Sofranız Şen Olsun ise ışıldayan bir yemek tutkusunun, sevginin ve samimiyetin kitabı.
Ve sanırım hayatımda okuduğum en lezzetli yemek kitabı. Anlayana çok besleyici, acısı, tatlısı, türlü türlü baharatı yerinde, tadını damakta bırakacak nitelikte…
Yemeğin milliyeti yoktur, coğrafyası vardır
“Kimi evde, yemek, yaşamak için yenir. Kimi evde, yemek için yaşanır. Bizim evde ise yemek, muhabbet olsun diye yenirdi” diye başlıyor kitabına Takuhi Tovmasyan.
Tovmasyan Ermeni. Bu nedenle de Ermeni mutfağı merkezde diye düşünebiliriz. Ama yine de Takuhi Hanım mütevazı bir giriş yapıyor:
“Ne zeytinyağlılar-tereyağlılar diye bir ayrım yaptım, ne de Anadolu ve Trakya mutfağı diye bir başlık düşündüm… Ne kadar Ermeni, ne kadar Rum, ne kadar Türk, ne kadar Arnavut, ne kadar Çerkez, ne kadar Patriyot, ne kadar Çingene yemekleri bunlar, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, o da, bunları Çorlulu Akabi ve Takuhi yayalarımdan, yani ninelerimden öğrendiğimdir.”
Bireyleri birbirine sıkı sıkıya bağlı Çorlulu bir ailenin, ağırlıklı olarak İstanbul Yedikule’deki günleri, yemekleri anlatılıyor. Tabii sonra Bakırköy’e de taşınıyor; likörle birlikte lokum yerine şokolatin ikram etmeye başlıyorlar, ama asıl yuva Yedikule…
Sakatat aşkı, marul sevgisi, balık bolluğu
Biz de anne tarafından İstanbul Bakırköylüyüz; eski adıyla Makriköy… Kitabı okurken sık sık, Ermeni ve Rum komşularıyla iç içe yaşayan, hayatımda bir evde gördüğüm en büyük yemek masasında ziyafetleri eksik olmayan anneannem Muazzez Hanım’ı hatırladım.
Hem Sofranız Şen Olsun‘da, hem birazdan bahsedeceğim, Dina’nın Mutfağı ve Sula Bozis’in İstanbullu Rumların Mutfak Kültürü adlı kitabında bazı benzer özellikler var…
Kiminin yapımı zor, çoluk çocuk birlikte hazırlanan yemekler, ailecek oturulan kalabalık sofralar…
Ne bolluk ne teknolojik kolaylık varken her an sofra donatmaya hazırlıklı anneler…
Onları seven yemeklerle anılan insanlar… Ve insanlarla anılan yemekler.
Bugün de bir tür gurmelik testi olan sakatata duyulan ilgi; türlü türlü sakatatlı tarifler.
Varlık ya da yoklukta, her hâlükârda bayram ve özel günlerin bambaşka bir şölene dönüşmesi…
Balığın bol olduğu dönemler, bol balık yemeği.
Ve bugünden bakınca ilginç gelen marul aşkı.
Hepsi o kadar güzel bilgilerle, tariflerle, eski İstanbul’la, saf duygularla, aile sevgisiyle anlatılıyor ki, kâh Takuhi Hanım ile birlikte “Petaluda” tatlısı yapmak istiyorum, yine Takuhi Hanım ile bir meyhanede buluşmak…
Ha hiçbiri olmazsa bayat ekmeklerden yalancı ekmek kadayıfına da razıyım…
“Fellini filmi gibi”
Florya bahçesinde Çorlulular pikniği, Samatya’da balıkçı bayramı, çocuk sahibi olma dileğiyle gidilip dua edilen Çalhapan Kilisesi, Dadyan Okulu’nun ailece gidilen “le dansan”ı, tenekeyle balık almaların bırakılmasıyla Bakırköy’de kapı kapı dolaşan Balıkçı Hayg Çavuşyan… Eski adetler, eski insanlar.
Bitince -zaten kitaba doyulmuyor- Oşin Çilingir’in yazdığı önsözü tekrar okumak gerekiyor. Çilingir’in bir sinema yönetmeni olup dingin bir ağustos günü Tovmasyan ailesinin beş kuşağını bir araya getirmek istemesini kitap bitince anlıyorum.
Hakikaten de… “Fellini’nin Amarcord’unu anımsatan duygulu mu duygulu bir anılar senfonisi!”
Acı olmaz mı?
Peki hep mi mutlular?
Tabii ki değil. Acı mı, hüzün mü? Hem de en beterinden…
Semih Gümüş, benim kitabımla ilgili “Mutsuzluğu mutlu bir dille anlatan yazılar” demişti. Bu işin Nobel’i verilseydi, kitabın yazıldığı 2004’te ödülü Takuhi Tovmasyan o ödülü kucaklardı.
“Önemli olan anmak, ha mezar başında, ha masa başında” diyen Tovmasyan’ın, çok sevdiği babasını, bir mıhlama ustası olarak tek gözünü kaybedişini, ardından ölümünü patates salatasıyla harman edişi ya da mezarını ziyaret edemedikleri Armaş dedesini yılda iki kez kuzu kapama yaparak anışları bu yüzden garip değil, aksine çok doğal geliyor.
Ancak Çorlu’dan sırasıyla Der Zor, Şam, Çatalca ve İstanbul’a uzanan ya da Der Zor’da, o yolda noktalanan hayat hikâyeleri var…
“Kimi sürgün yollarında yaşananları unuttu, kimi hiç konuşmadı, kimi hazmetti ya da hazmetmiş göründü” diyor Takuhi Hanım. Yeğya Dayısı’nın hiç unutamadığını anlatıyor ve bir çullama tarifi de onun anısına geliyor…
Ama eminim kitabı sevgiyle okuyan herkes, ilk irmik kavuruşunda Der Zor yolunda kaybolan Mardik için de “inandığı dinde” bir dua, rahmet okuyor…”
(AVLAREMOZ – T24 – Nilay ÖRNEK – 2018)