Günümüzde milliyetçilik yeniden yükselişe geçti. Özellikle popülist Sağ dünyanın her yerinde “hakikat ötesi” bir söylemle milliyetçi duyguları kışkırtıyor.
Siyasi elitler ülkelerini “büyük” yapmak, “güçlü” kılmaktan söz ediyorlar. Örneğin Trump, Amerika’yı yeniden büyük yapmak istediğini söylüyordu. Putin, “Büyük Rusya” hayalleri görüyor. Çin, yeniden büyük bir imparatorluk olmak istiyor.
“Büyük Türkiye” söylemi Türk siyasi elitlerinin dilinden düşmüyor. “Vatan, Millet Sakarya” ve bu gibi söylemler durmadan dolaşıma sokuluyor.
Çoğulculuk ve demokrasi ağızlara alınmıyor.
Ana-akım Sağ ile aşırı Sağın söylemleri birbirine karışıyor. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık, göçmen ve mültici karşıtlığı her yerde rağbet görüyor.
Ülkemiz Kıbrıs oldum olası milliyetçiliğin beşiğidir. Son zamanlarda ırkçılıkla milliyetçilik hepten içiçe geçti. Örneğin Asya Karaali Türkçe konuşup kimliği belli olunca saldırıya uğradı. Bir Pakistanlı sokakta linç edildi. Bir LGBTQ etkinliğini maskeli damalar bastı. Bir milletvekili ırkçı ve seksist açıklamalar yapmakla kalmadı, bunları yaptığı için övünüyor ve seçmenleri de kendisiyle gurur duyoyor. Gazeteci Serhat İncirli görüşleri yüzünden mesleğini icra etmekten alıkonuluyor.
Sabah akşam dinlediğimiz milliyetçi-ırkçı nutuklar da cabası...
Avusturyalı yazar Robert Menasse, “milliyetçilik, yurt sevgisinin siyasi istismarıdır” diyor.
Bu saptamıyı hem tarihin tanıklığı, hem de günümüzde yaşananlar doğruluyor. Ulus-devletlerin yaptığı savaşlar kitleleri harekete geçirebiliyorsa, bu, yurt sevgisinin siyasi elitler tarafından suistimal edilip nefret tohumları ekmeleriyle mümkün oluyor.
Sorun da galiba bu noktada başlıyor: “Yurt sevgisi” öldürücü bir sevgiye ve haliyle nefrete dönüşebiliyor...
Emma Goldman 1908 yılında, yani henüz patriyotizm kavramıyla aklanmaya çalışılan Birinci Dünya Savaşı ve ırkçı barbarlığın doruğa çıktığı İkinci Dünya Savaşı yaşanmadan önce kaleme aldığı “Yurtseverlik Nedir?” başlıklı bir yazısında, Dr. Samuel Johnson’un şu çarpıcı cümlesine gönderme yapmıştı: “Yurtseverlik, Bayım, alçakların son sığınağıdır...”
Goldman, yazısında ünlü edebiyatçi ve düşünür Leo Tolstoy’un sözlerine de yer veriyor: “Patriyotizm toplu katliam yapan katiller yetiştirmeyi aklayan bir prensiptir!”
Gerçekten de Tostoy, “Hristiyanlık ve Babayurt Sevgisi” (1894) adlı kitabında, yurtseverlik bir baskı aracıdır diyordu ve şöyle devam ediyordu: “Yönetilenlerin yurtseverliği, insan onurundan akıldan ve vicdandan uzaklaşma anlamına gelirken, yönetenlerin yurtseverlikle ilgilenmelerinin temelinde gönençleri yolunda bencil amaçlardan başka bir şey yatmamaktadır. Başka devletlerin boyunduruğu altında olan uluslarda görülen yurtseverlik ise, çektikleri acıların büyüklüğü genellikle daha büyük şiddet eylemlerine başvurmalarına yol açtığı için, daha da tehlikelidir.” (Tolstoy, daha sonra, ulusal bağımsızlık hareketleri konusunda fikrini değiştirdi ve bu akımların haklılığını kabul etti.)
Emma Goldman söz konusu makalesinde patriyotizmin temel özelliklerinin “kibir, kendini beğenmişlik ve egoizm” olarak sıralıyor ve kavramı şöyle tanımlıyor: “Patriyotizm, dünyamızın küçük küçük yerlere ayrıldığından ve her yerin demir kapılarla çevirili olduğundan hareket ediyor. Belli bir yerde yaşayanlar kendilerini başka yerlerde yaşayanlardan daha şanslı, daha soylu, daha iyi, daha muhteşem ve daha zeki sayıyorlar. Bu yüzden, başka yerlerde yaşayanları öldürmeyi, bu uğurda ölmeyi ve üstünlüklerini dayatmayı, bir görev addediyorlar”.
Gerçekten de ulus-devletler dünyasında milli narsisizm yaygın bir hastalıktır ve toplumsal koşullara bağlı olarak belli dönemlerde bu hastalıklı saplantı daha da depreşiyor.
İçinden geçtiğimiz dönem de galiba böyle dönemlerden biridir.
Dünyanın her yerinde insanlar işsizlik, eşitsizlik, adeletsizlik ve göçle karşı karşıya iken, gçmneler ve mülteciler denizlerde boğulurken siyaset erbabı “yurtseverlikten” dem vurarak milliyetçi nutuklar atıyor.
Hayatta bir sandalyeye oturmaktan başka hiçbir derdi olmayan dil cambazı demagoglar maalesef kitleleri peşinden sürükleyebiliyorlar...