Yüz Otuz Bir Yıl veya Geçicilik

Gürgenç Korkmazel: Hurmalar – hiçbiri dik değil, hepsi eğik, eğri. Selviler dimdik ama. Bu uzaklıktan ne oldukları belirsiz başka ağaçlar da var manzarada.

 

 

 

(Eski Bir Fotoğrafın Hikayesi)

Gürgenç Korkmazel

gurgench@yahoo.co.uk

 

 

 

 

 

         Hurmalar – hiçbiri dik değil, hepsi eğik, eğri. Selviler dimdik ama. Bu uzaklıktan ne oldukları belirsiz başka ağaçlar da var manzarada.

         (Hurmalar yerinde, ama aralarında dolaşan sülün veya kuyrukları gövdelerinden büyük tavus gibi kuşlar yok.)  

         Hurmaların altında, yol kenarına sarkmış babutsalar; toprak yolun iç kenarında, eski tarih katmanlarından fışkıran (ya Roma ya Grek), burada ne işi var diye düşündüren, yarısı eksik mermer bir sütun var.

         Evler tek veya çift katlı, kerpiçten, toprak damlı veya Fransız kiremitli. Hiçbir damın kiremitlerinde eksik yok gibi görünüyor. Kapılar kapalı, demir parmaklıklı pencereler açık ama. Bir tek uzakta heybetle yükselen, bir zamanlar Lüzinyan krallarının taç giydiği, üstüne zorla ikiz minare oturtulmuş Aya Sofia katedrali taştan.

Aya Sofia’nın ötesi sisli bir ışık. Silik veya yok.

(İki minare daha görünüyor Aya Sofia’nın yakın ve uzak sağında - Hepsi de eskiden kilise olan, camilere ait.)   

         Toprak yol kupkuru. Bir rüzgar esse, toz duman olacak her taraf. Yağmur yağsa, çamurlaşacak, yürünmez, geçilmez olacak. Çok belirgin olmasa da izler var yolda, at, eşek veya deve izleri.  

         Işığın açısına, göğün geniş ve bulutsuz olmasına, gölgelere ve çevredeki bütün ağaçların gür yapraklar içinde olmasına bakılırsa mevsim yaz sonu, ya da sonbahar. Öğlen veya hemen öğlen öncesi saatleri olmalı.

         Hiçbir ağacın hiçbir yaprağı kımıldamıyor. Havadan kuş geçmiyor. Her şey durgun, donuk. Sanki taştan oyulmuş bir manzara. Ne bir köpek havlaması, ne zamansız bir horoz ötüşü, ne de bebek ağlaması, açıklanamaz bir sağırlık var havada.  

 

         İlk bakışta hiçkimse görünmüyor ortalıkta. Herkes nereye kaybolmuş? Merkezde bir yerlerde işlerinin başında mılar, yoksa öğle uykusunda mı?

Canlı olarak sadece iki eşek var görünürde. Bir tanesi semersiz, serbest olarak yeniyetme hurmalar altında otluyor. Ot yoksa da başı yerde sokulu. Diğeri ise, yol üstündeki evlerden birinin kapısına bağlanmış. Sırtında semeri, her an gitmeye hazır. Başı kerpiç duvara dokundu dokunacak.

 

Büyülteçle bakınca, güneşlikli bir evin kaba gölgesine gizlenmiş, açık renk giysiler giymesine rağmen zar zor seçilen bir adam göze çarpıyor. Zayıf ama dimdik. Eşeklerle alakası yok gibi. Hep gece işlerinde çalışan, gündüzleri kendini halsiz ve isteksiz hissettiği için dinlenen biri gibi duruyor.   

(Rum, Türk, Ermeni, Maronit, Kıpti, Süryani veya Yahudi, ne fark eder ki? Önemli olan orada durması.)

         Belki de bakışlardan kaçınmaya çalıştığı falan yok. Fotoğrafının çekildiğinden bile haberi yok. Doğal olarak olduğu veya olması gerektiği yerde. Tarihin onu mıhladığı yerde, evinin önüne çıkmış bakınıyor. Yan duruyor, başını çevirmiş yüzü görünmüyor, karşıya, yola bakıyor, gecikmiş birisini, olmamış bir şeyi bekliyor gibi.

Elleri iki yana sarkık. Gergin değil ama sıkıntılı veya yorgun. Kafası karışık. Konuşmaması gereken durumlarda bile konuşup büyüyü bozan birine benzemiyor. Ona ağır gelen, içinden söküp kör kuyulara atmak istediği bir sırrı var sanki.     

Kimliğinden çok, sırrı, hikayesi merak ediliyor.

 

         Yıl tam olarak 1878, yer Lefkoşa. Surlar içinde sıradan, kenar bir mahalle.

         Osmanlı, hanlarını, minarelerini, su kemerlerini geride bırakıp, dönme hayaliyle yeni gitmiş. İngilizler, bembeyaz tenleri, koloni kanunları, sözde nezaketi ve boş ambarlı gemileriyle hemen gelmiş.

 

         Şimdi sınırın ötesinde kalan bir yerden (Ömerge Cami olarak dini değiştirilmiş Augustin Kilisesi ötesinden) bu fotoğrafı çeken İskoçyalı seyyah ve fotoğrafçı John Thomson ile bu fotoğrafı yorumlamaya çalışan arasında 131 yıllık bir fark var (bu fotoğrafın çekildiği gün doğanların hepsi öldü. Fotoğrafsa hala burada.) Çok farklı zamanlardan ve iç-açılardan, fakat aynı noktadan bakıyorlar manzaraya. Manzara, yorumlayan tarafından özellikle seçilmiş falan değil. Buradaki bu noktayla herhangi duygusal bir bağı da yok. Hepsi rastlantı.

         Aslında, kendini zaman zaman öykücü sanan yorumcunun, bu yazıyı yazmasının ana nedeni sözkonusu fotoğrafa bakarken gördüğü; gündelik politikayı, küçük hesapları, kavga dövüşü anlamsızlaştıran ve zaman karşısında geniş bir perspektif kazandıran geçicilik... öncelikle geçicilik...    

 

 

 

 

 

 


Not: Fotoğraf için Ergenç Mehmet’e çok teşekkürler.

          

 

Arşiv Haberleri