“Yüzleşelim artık bu kirli tarihle ve bir daha yaşanmasın böyle acılar...”

Sevgül Uludağ

Cemal YILDIRIM

Kıbrıs trajedisinde, tarihsel dönüm noktaları, acılarla yoğrulmuştur. İnsanlığın, etnik milliyetciliğe yenildiği, öfke ve intikam naralarının,  gözyaşlarıyla sulandığı korkunç yıllardır o yıllar. Kıbrıs'ta barışa, dostluğa ve yeniden birleşmeye inanan bir barış gönüllüsü olarak, bu acıları tek taraflı yüceltmenin, barışa ve insanlığa, özellikle de anavatanımız Kıbrıs'a hizmet değil, karşılıklı (ister Kıbrıslırum, ister Kıbrıslıtürk farketmez) kin ve öfke hissetmeye yol açacak duyguları tetiklediğine inanırım hep. Bu sebeple bu acıların ortak olduğunu kalbimizle hissederken, aklımızın süzgecinden öyle geçirelim lütfen. Çünkü tek taraflı acıların yüceltilmesi, beraberinde ister istemez tarihsel olayların da tek taraflı irdelenmesine ve sonuçta gerçeğin  yarım ve eksik anlatılmasına yolaçacaktır. Yıllardır yapıldığı gibi. Bir belgesel ve film yönetmeni olarak, "gerçek eksikliği ve tek taraflı" filmlerin, belgeselden çok, bir propaganda filmi olma tehlikesi içerdiğine inanırım.

Mesela Arpalık katliamında öldürülen Kıbrıslıtürkleri anlatırız ama olayın bu raddeye neden geldiğini sorgulamayız... İlk kurşunu kimin attığını, köye neden saldırıldığını pek irdelemeyiz. 21 Aralık’ta, çatışmalar başlayınca, Türk bayrağı altında milli bir mücadeleye girdigimizi anlatırız da, o bayrağın yanında neden Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağını da yan yana asma ihtiyacı hissetmediğimizi, neden Kıbrıslırumlar kadar o cumhuriyette dünyanın tanıdığı haklarımız olduğunu görmeyip elimizin tersi ile ittigimizi sorgulamayız...

1974’te, Atlılar ve Muratağa katliamını anlatırız ama aynı tarihlerde meydana gelen ve Kıbrıslırum kadın ve çocukların katledildiği Balıkesir katliamını görmezden geliriz.

Haliyle de, bu etnik milliyetci bakışımız, bizi, gerçekleri tüm yönleri ile görüp tahlil yapmamızı engeller. Bu tek taraflı bakış açısı sebebi ile, sizin kahraman dediğinize, diğer toplumun bireyleri katil diyebilir pekala. Veya tam tersi..

“Süt Babam” belgesel gösterimlerinde Baf bölgesinde yaptığımız bir ziyarette, bir izleyici yanıma gelmiş ve kendisinin de Kıbrısta barışı savunduğunu, ailesinde hem 1974’te, hem de 1964’te kayıplar olduğunu ancak kendisinin Kıbrıslıtürkler ile bir sorunu olmadığını, asla kin tutmadığını ve barışı istediğini söylemişti bana.

Kayıpları için üzüldüğümü söyledim ve kimler olduğunu sordum. 74’te kaybettiği yakını amcasının oğluymuş. 64’te kaybettiği yakını ise henüz 3 aylık olan kızkardeşiymiş.

Bunu duyunca çok üzüldüm ve şaşırdım... Küçük bir bebek nasıl öldü, nasıl oldu olay dedim. Erenköy’e müdahaleye gelen Türk uçakları, köylerini bombalamış. Evlerine bomba isabet etmiş. “O şekilde kaybettik” dedi ve ekledi: "O uçaklardan birini bizimkiler düşürdüydü" dedi.

Bu söz üzerine şok oldum. Erenköy’de düşen tek uçak Cengiz Topel’indi... Yutkundum... Gözlerim doldu...

Etnik milliyetçi eğitim sisteminden geçen bir birey olarak, bize yıllarca Cengiz Topel’i Kıbrıslırumlar tarafından işkenceyle sehit edilen kahraman bir pilot olarak lanse etmişlerdi. Ancak onun attığı bomba ile 3 aylık bir bebeğin de ölmüş olabileceğini duyunca tarifsiz bir hüzün kapladı içimi. Belki de işkenceyi yapanların arasında, ailesini bombalamada kaybetmiş birileri de vardı, kimbilir!! Savaşın önlenemez tahribatı ne çocuk ne yaşlı dinlemiyor... Kahredici bu gerçeklik, destan dedigimiz Erenköy çatışmalarında, daha önce dile getirilmemişti kuşkusuz... Bu eksik gerçekliği ancak bir Kıbrıslırum ile konuşunca öğrenebilmiştim... Eminim aynı eksik gerçeklikler, Kıbrıslırumlarda da vardır. Zaten onlar için Kıbrıs sorunu 1974’te başlamıştır ve sorun işgal sorunudur. Ondan önce yaşananlar ile ilgili anlatılan tek şey, Kıbrıslıtürklerin devlete isyan ettikleridir. Uzaaar gider bu detaylar.

Yeşil Yol filmindeki o meşhur replik gelir aklıma bu adada yaşananları düşününce... "Çok acı var patron" diyordu idam mahkumu adam, gardiyan rolündeki Tom Hanks'a. Filmi izlediniz mi bilmem, doğa üstü güçleri olan devasa cüsseli bir mahkum, işlemediği suçtan idam cezasını beklemektedir. Bu mahkumun doga üstü gücü vardır ve çevresindeki kötülükleri ve acıları, ruhu hissetmektedir. Tıpkı bir aziz gibi... Kendi idamını değil, hissettiği acıların derdiyle, eli kolu bağlı idama gider. Çünkü, tabular, genel kanı ve iftiralar, esas suçluları bir örtü gibi gizlemiştir ve her şey aleyhinedir. Onun bir an önce idam edilmesini isteyen öfkeli bir kitle vardır.

Klaus Priebe'nin bir resmi...

Tıpkı Kıbrıs ile ilgili acıları iki taraflı hissedebilenlere karşı her iki toplumda da öfke hissedildigi gibi. Evet ortada bir suç ve bu suçların işlenmesi ile ortaya çıkan acılar vardır. Burası kesin. Ancak suçlu kim sorusundan cok, acıların ruhumuzda bıraktığı tahribatı tedavi etmekle işe başlamamız gerekiyor sanırım ilk önce. Çünkü bunu yapmazsak sonumuz yine idam olabilir... Çünkü her iki tarafta da elinde darağacı ipi ile dolaşanlar eksik değil ne yazık ki. Bunun için de her iki tarafın acılarını hissetmeli ve yüzleşmekten korkmamalıyız tarihimizle. Zaten yüzleşmeye başlarsak, sorumlular da ortaya çıkacaktır tüm çıplaklığı ile.

Yüzleşelim artık bu kirli tarihle ve bir daha yaşanmasın böyle acılar.

Bu vesile ile, Kıbrıs’ta, etnik milliyetçiliğin gözleri kör ettiği şiddet sarmalında hayatlarını kaybeden Kıbrıslıtürkleri ve Kıbrıslırumları saygı ile anarım...


KIBRIS’TA GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE ÇAĞRI...

“Sürü psikolojisi ve korku imparatorluğu...”

Ülker FAHRİ

O gün, bugündür.

59 yıl önceydi, yıl 1963 ve o gün de bugünkü gibi takvimler “21 Aralık” tarihini gösteriyordu, günlerden cumartesiydi.

O sabah, diğer kasaba ve köylerden gelen otobüsler Lefkoşa’ya vardıklarında, her zamankinden farklı, olağan dışı bir durgunluk vardı, diğer kasaba ve köylerden gelen otobüslerin yarıya yakını gelmemişti.

Larnaka’dan otobüsle Lefkoşa’ya okula gelen biz Larnakalı talebeler, Atatürk büstü önünde otobüsten iner ve o günlerde mezarlık olan, şimdiki Atatürk Kültür Merkezi ile Türkiye Büyükelçiliği binasının bulunduğu eski mezarlık içerisinden geçerek, kestirme yoldan okula, o günkü adıyla Lefkoşa Türk Erkek Lisesi’ne varırdık.

Okula vardığımızda öğrendik ki;

20 aralığı 21’ine bağlayan cuma akşamı, Lefkoşa’nın Tahtakale mahallesinde, kontrol için durdurulan bir taksi sahibi ile polisler arasında çıkan tartışmaya, orada bulunan bazı kişilerin de karışması sonrası, silahlar patlamış ve taksi şoförü ile araçta yolcu olarak bulunan bir kadın ölmüş ve Lefkoşa’da yer yer silahlı çatışmalar yaşanmış.

Ders zili çalmasına rağmen kimse sınıflara girmemiş, okul idaresinden Türk’lerle Rum’lar arasında “neler oluyor” açıklaması istiyordu.

Nasıl olduğunu anlamadığımız, aniden bir hareketlilik oldu ve herkes mezarlık içerisinden Girne Kapısı’na doğru koşmaya başladı.

Vardığımızda, talebe olmayan sivil birisi, yüksek sesle “Rum polisler akşam Atatürk’ü kurşunladılar” diyerek, Atatürk büstünün omuz kısmını işaret ediyordu.

Birilerinin, “Rum tarafına yürüyelim” “uzun yolu yakalım” kışkırtmalarına rağmen, orada bulunan okul öğretmenlerinin müdahalesi ile talebeler sakinleştirilerek, geri okula döndürüldüler ancak öğrenciler sınıflara girmediler.

Bir süre sonra, okul önünden çok yavaş hareket eden ve içleri silahlı polis dolu, üzerleri açık iki polis landroveri geçerek şimdiki Bicen Potrol İstasyonu yanındaki “gazete büfesi”nin olduğu köşede, yüzleri okula bakar şekilde park ettiler.

Bugün, Demokrasi Ortaokulu’nun olduğu yerde, lisenin “yurt binası” ve yanında “yemek salonu” vardı, yol tarafı ise bahçeydi.

Yine, birisinin yüksek sesle “Rum polisler” demesi ile birlikte elindeki taşları polislere doğru savurmaya başlayınca, bütün öğrenciler de yerde bulduğu taşı kapan, polisleri atmaya başladı.

Sabahtan beri, bütün talebeler, en öndekiler ne yapıyorsa, ne söylüyorsa, hiç sorgulamadan aynisini yapıyor, aynisini haykırıyordu.

Tam bir “sürü psikolojisi” yaşanmaktaydı.

Okul bahçesinden, yolun diğer tarafındaki polislere doğru taşlar atılmaya devam ederken, polisler, sonradan ellerindeki silahların “sten” tipi makineli tüfek olduğunu öğrendiğim silahlarla, biz talebelere doğru gelişigüzel ateş açmaya başladılar ve telaşla hareket ederek, şimdiki Bedreddin Demirel caddesi üzerinden Ortaköy istikametine doğru gözden kayboldular.

Açılan ateş sonucu, birisi ağız/çene kısmından, diğeri diz kısmından iki talebe sıçrayan mermi ile yaralanmıştı.

Geri döndüğümüzde, okul salonunun sahne kısmı üzerinde bulunan sendeden merdiven yardımı ile bazı öğretmenlerin silahlar indirdiklerini ve araçlarına binerek, polislerin arkasından kovaladıklarını gördük.

Ateş açma olayından kısa bir süre sonra, okul müdürü Erol Özçelik, bir sandalye üzerine çıkarak gür sesi ile talebeleri etrafına çağırarak, Dr. Küçük ve R.Denktaş’ın az sonra okula gelecekleri haberini verdi ve sakin olmaya çağırdı.

Salona toplanan talebelere, önce Dr. Küçük, arkasından R.Denktaş hitap ederek, sakin olmalarını “her şeyin kontrol altında olduğunu(!)” ve sakin sakin evlerine ve köylerine dönmelerini istediler.

O gün öğleden sonra, bir gece önce vurulan iki kişi “sloganlar arasında” omuzlarda taşınarak (o yıllarda cenaze arabası yoktu) defnedildiler.

Gecesi, hava kararır kararmaz, silahlar patlamaya başladı ve yanlışım yoksa, çarpışmalar Türk jetlerinin Lefkoşa üzerinden uyarı dalışı yaptığı 25 aralık gününe kadar 4 gün devam etti ve “ateş-kes” imzalanarak, İngiliz askerleri dikenli teller yerleştirerek, Lefkoşa surlar içini “ikiye” ayırdı. (O günlerde, Lefkoşa Türk bölgesi, büyük çoğunlukla surlar içi ve Köşklü Çiftlik ile Çağlayan mahallesinden ibaretti)

Ateş-kes sonrası, yollar açıldı, ben Larnaka otobüsü ile evime döndüm ve sade vatandaşlar, devlet güvenlik güçlerinin, İngiliz askerlerinin de yardımı ile asayişin sağlandığını zannetti.

***

Ressam Rene Magritte'in bir tablosu... 

Oysa,

İşin aslı, bambaşkaydı.

O günlerin koşullarında, sadece EOKA ve TMT denetiminde olan radyo ve gazetelerden duydukları ile sınırlı bilgiler alan Kıbrıslı Türk’ler ve Rum’ların çok büyük bölümü, yaşadıklarının perde gerisinde olanları bilmediğinden ve bilemediğinden, gerçekleri çok çok sonraki yıllarda öğreneceklerdi.

Kıbrıslı Türk’ler ve Kıbrıslı Rum’ların çok büyük çoğunluğu,

Kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti ile birlikte, toplumlar arası çatışmaların bittiği, ülkeye düzen geldiği ve barış içerisinde yaşayacakları inancı içerisinde, işinde gücünde uğraşmaktaydı.

TMT ve EOKA teşkilatları içerisinde yer alanlarında dışında,

Ne Kıbrıslı Türk’lerin, ne de Kıbrıslı Rum’ların, ne Temsilciler Meclisi’nde yaşananlardan, ne Anayasa’da değişiklik tartışmalarından, ne Akritas Planı’ndan, ne İstirdat Planı’ndan, ne de her iki tarafta da, “yeraltı örgütleri” ile teşkilatlar kurulduğundan ve gençlere silahlı çatışma eğitimi verildiğinden haberleri vardı.

Meğer…

Yıllar sonra öğreniyoruz ki;

Her şey, gizlice bir yerlerde planlanmıştı.

Ve…

20 aralığı, 21 aralığa bağlayan gece, adanın bölünmesi için ilk adım atılmıştı.

O adım,

Halen de devam ediyor ve halen de sorgulanmıyor.

Sorgulansa, yaşananlar yaşanır mıydı?

Mesela,

Lefkoşa Polis Müdürlüğü, bildiğiniz Sarayönü’ndeki eski Polis Müdürlüğü binasındaydı. Türk ve Rum polisler birlikte görev yaparlar, birlikte devriyeye çıkarlar, birlikte soruşturmaya giderlerdi.

Mesela,

20 aralık akşamı, Tahtakale mahallesinde silahlar patlamasına ve 2 kişi vurulmasına rağmen, neden mahalleden kimse sokağa çıkmamıştı, neden kimse gördüklerini konuşmamıştı?

Mesela,

Kim,

21 aralık günü, Rum polisler Atatürk büstüne ateş açtı diye lise öğrencilerini ayaklandırılmaya ve Rum kesimine yürümeye, Uzun Yolu yakmaya götürmeye çalışmıştı?

Kim,

Lise karşısına gelen 2 polis aracını taşlamaya teşvik etmişti?

Ateş açanlar nasıl mermi kullanıyordu da ağzından ve dizinden vurulan iki kişide de mermi bulunamamıştı, öldürmemek için plastik mermi mi kullanılmıştı, yoksa seken bir mermi çekirdeği miydi?

Kıbrıs Cumhuriyeti yasalarına göre Polis devriyeleri Türk ve Rum polisler tarafından müşterek yapıldığına göre,

Tahtakale’de kim ve nasıl ateş açmıştı?

Atatürk büstüne kim ve nasıl ateş açmıştı?

Lise talebelerinin taşladığı polisler, sadece Rum’muydular?

Yoksa,

İnsanları provoke etmek için, bütün bunlar bir merkezden mi organize edilmişti?

Bu sorulara cevap verecek olan var mı?

***

Yaaa....

Ey ahali,

Bütün bunlar, kimse sorgulamadı diye yaşandı.

Bütün bunlar, sorgulamaya kalkışanlar öldürüldü diye yaşandı.

Bütün bunlar, tanıklar “sustu” diye yaşandı.

Ve…

Bütün bunlar gibi olaylar, bugün hala yaşanıyorsa;

Bir türlü kurtulmayı başaramadığınız “sürü psikolojisi” nedeniyledir.

Siz,

59 yıl sonra,

Halâ,

Türk’ler hiç birşey yapamış, masum, ama

Rumlar bizi hükümetten attı, köylerimizi yaktı, katletti yalanlarına inanmaya,

"Sürüden ayrılanı kurt kapar” korkutmacasıyla yaşamaya devam edecekseniz,

Daha, çok acılar yaşayacaksınız demektir, haberiniz olsun.

(Afrika Gazetesi 2014 yılında yayınlanan, Ülker Fahri’nin “Kıbrıs Tarihinin Saklanan Yüzü” yazı dizisinden alıntıdır...)