Niyazi Kızılyürek
Uzun şiddet döneminin bıraktığı olumsuz miras her iki toplumu da hala çok derinden etkiliyor. Yapılan kazılarda hemen hemen her gün kayıp kişilerin bulunduğu yeni gömütlere ulaşılıyor ve taraflar belli bir anlaşma çerçevesinde birbirlerine kayıp kişilerin cesetlerini iade ediyor. Mütevazi törenlerle kayıp kişiler yeniden gömülürken, hiç kimse kurbanların nerede, niçin, kimler tarafından öldürüldüğünü sorgulamıyor. Bunun en büyük nedeni, Kıbrıs’ın geçmişiyle yüzleşmemiş olmasıdır, yüzleşmekten kaçınmasıdır.
Şunu ısrarla belirtmekte yarar vardır: Kıbrıs’ta yaşanan ve uzun yıllara yayılan etnik ve siyasal şiddetten ötürü hiç kimse yargı önüne çıkarılmadı ve hiç kimse kınanmadı. En önemlisi, hiç kimse hiçbir şey için kendini suçlu hissetmiyor. Oysa suçluluk duymak, yüzlerin biraz kızarması, geçmişle yüzleşmede çok önemli olduğu gibi, geleceğe dönük çözüm arayışlarında da esaslı rol oynar. “Onarıcı suçluluk”, uzlaşmaya dayalı çözüm arayışlarında olmazsa olmaz bir koşuldur.[1] Karşılıklı olarak yapılan kötülüklerin konuşulmadığı ve kabul edilmediği, “milli bir hatırlama ve unutma” politikası izlendiği, Eski Yunan’da Mnisikakia olarak adlandırılan ve kendimize yapılan kötülüklerin hatırlanmasından kaynaklanan hınç duygusunun Kıbrıs’ta hayatın bütün alanlarında kendisini hissettirdiği bir vakıadır. Eğitim sisteminden medyaya kadar, her yerde karşılaştığımız bu olgu Antoni Negri’nin bir zamanların İtalya’sı için söylediğine çok benziyor: “Hatırlamamız gerektiğinde unutmaya çalışıyor, unutmayı bilmemiz gerektiğinde de hatırlamaya mecbur bırakılıyoruz.”[2] Durum böyle olunca, geçmişin tarihi ile şimdinin gerçekliği ayırt edilemez hale geliyor.[3]
Kuşkusuz, Kıbrıs’ın yüzleşmeden kaçınması “hafıza savaşlarının” statü kavgası ile at başı gitmesindendir. Maurice Halbwachs’ın gösterdiği gibi, geçmişe dair hatırladıklarımızı günümüzün kaygıları şekillendiriyor.[4] Ve Kıbrıs’ta devam etmekte olan ve geleceğe uzanan statü kavgası “hafıza savaşlarını” tetikliyor. Zygmunt Bauman’ın “geçmiş, gerçekte yaşanmış olduğu şekliyle korunarak hafızaya kaydedilmez” der. Hafıza seçicidir ve yorumlayıcıdır. Neyin seçileceği ve nasıl yorumlanacağı sürekli bir çekişme konusudur. Geçmişi canlı tutmak, seçmeye, yorumlamaya dayalı aktif bir hafıza çalışmasıdır. Hatırlamak, geçmişi yorumlamak demektir. Bir hikaye anlatmak demektir ki, bu, geçmiş olaylara dair pozisyon almadır. Hikaye, hikaye anlatıcıları olmadan mümkün değildir.[5] Bauman gibi söylersek, “hikayeler asker, hikaye anlatıcıları da vefasız komutanlardır” ve hafıza alanında cereyan eden bir savaşın içindedirler. Bu savaş, geçmişten çıkaracağımız derslerle ilgilidir.[6]
Kıbrıs’ta etnik gruplar tam bir “hafıza savaşı” içindedirler. Geçmişe dair hatırlamak istedikleri, geçmiş olaylarla ilgili takındıkları zihinsel pozisyonlar, kendilerini ve geleceğe dair taleplerini haklı çıkarma arayışıyla sınırlıdır. Bu da ülkede yüzleşme çalışmalarının önünde büyük bir engel oluşturmaktadır.
Neden Yüzleşme?
Bir Yahudi atasözü, “kurtuluş hatırlamaktan geçer” der. Biz buna “bize yapılan ve bizim yaptığımız kötülükleri hatırlamaktan geçer” diyelim. Batı Almanya Cumhurbaşkanı Weizsacker’in 1985 yılında yaptığı bir konuşmada söylediği gibi, “geçmişe gözlerini kapatanlar şimdiki zaman karşısında kör kalırlar.”[7] Yaşanan travmalar karşısında susmak bazen mağdurlara geçici bir travmaya mesafe alma imkanı sunabilir ama yüzleşme konularını tabu haline getirmek öncelikle faillere yarar. Hiçbir zaman sorgulanmayacaklarını düşünerek kendilerini güvencede hissederler. Bu yüzden yüzleşme konularını tabulaştırmak faillerin başlıca amacıdır. Oysa mağdurların hatırlamaya ihtiyacı vardır. Çünkü hatırlayıp yüzleşmediğimiz sürece travmaların tedavisi mümkün değildir.[8]
Güney Afrika’da “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu” kurulduğunda komisyonun kuruluşunu ilan eden Adalet Bakanı şöyle diyordu: “Uzlaşmak cezadan muaf tutmak ve bir af meselesi olarak görülemez. Bu, geçmişi, geçip gitmiş, olmup bitmiş sayan bir anlayış olurdu. Oysa geçmişin yaralarının sarılabilmesi için hakikati ortaya çıkarmak ve olup biteni kabul etmek temel bir gerekliliktir.”[9]
Geçmişte yaşanan şiddeti, işlenen suçları kabul edip, kınamadan suçtan arınmak mümkün değildir. “Zaman aşımı” da söz konusu değildir. Kabul edilip itiraf edilmediği sürece suç hep orada olacak ve gelecek kuşakları bekleyecek. Nitekim Bernhard Schlink geçmişle yüzleşmenin önemini vurgularken, gelecek kuşakların da suçtan muaf tutulamayacağını söyler: “Her ne kadar geçmişte yaşananlardan dolayı yeni kuşakları sorumlu tutamazsak da, eski suçların yeni kuşaklara devredildiği bir yer vardır. Bir toplumun üyeleri geçmişte işlenen suçları açığa çıkarıp kabul etmezlerse, kendi toplumunun suçlu üyelerini bağırlarına basıp korurlarsa, o zaman suça ortak olurlar. Suç, yeni kuşakları bekliyor demektir, ta ki kabul edip kınayana kadar. Suçtan arınmak ancak o zaman mümkün olur.”[10]
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, yüzleşme sadece geçmişi ilgilendiren bir konu değildir. Günümüzde siyaseti yönlendiren hâkim söylemleri yapı-bozumuna uğratmak için de gereklidir. “Gerçek iktidarların geçmişi denetleyen iktidarlar” olduğundan hareket ederek, geçmişe nasıl baktığımız, oradan günümüze neleri aktardığımız, ya da hâkim güçlerin “tarih” diye önümüze koyduklarına karşı itiraz edip etmediğimizin büyük önem taşıdığını söyleyebiliriz. Geçmiş okumalarının Walter Benjamin’in dediği gibi, “kuralları hâkim sınıfların koyduğu bir arenada gerçekleştiğini”, yani iktidarların bir kurgusu ve gelecek tahayyülüyle doğrudan bağlantılı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Tam da bu yüzden, Walter Benjamin geçmiş algısını “değiştirmeyi” önemsiyordu. Benjamin, bize öğretilen geçmişin galiplerin, hâkim sınıfların, kısaca, iktidarların yarattığı bir geçmiş algısı olduğunu ve özgürleşmek için geriye bakarak “geçmişi değiştirmemiz” gerektiğini söylüyordu. Bununla söylemek istediği geçmişte olup biten olayları tersine çevirebileceğimiz değildir elbette. Benjamin, geçmişe yüklenen anlamı, dolayısıyla da hakim geçmiş algısını değiştirebileceğimizi kastediyordu. Geçmişin anlamını değiştirmek, geçmişte yaşanan haksızlıkları, adaletsizlikleri ve acıları suskunluğa mahkûm kalmaktan kurtarmak ve şimdiki zaman içinde saklı duran dönüştürücü potansiyeli açığa çıkarmak anlamını taşır. Bu amaçla Benjamin, “geçmiş kuşaklar ile aramızda üstü örtülü bir anlaşma” olduğundan ve “geçmişin üzerimizde hak iddia ettiğinden” söz eder.[11]
Tarihyazımı, hafıza ve travma üzerine yapılan çalışmalarda geçmişe dair anlatılarımızın günümüzü ve geleceği nasıl şekillendirdiği sık sık vurgulanır. Özellikle Kıbrıs gibi tarafların henüz barışa ulaşmadığı bir ülkede, “tarafların adalet ve tarihsel adaletsizliklere bakışı, onların çatışmaların belirli neticelere varmasını kabul veya reddetme eğilimini de şekillendirir.”[12] Örneğin Kıbrıs Rum resmi tarih anlatısının 1960’lı yıllarda Kıbrıslı Türklerin maruz kaldığı şiddet ve adaletsizlikleri saklaması Kıbrıslı Rumların ülkenin neden iki-bölgeli, iki toplumlu federal bir devlet kurma noktasına geldiğini kavramalarını zorlaştırıyor ve varılan bu neticeyi de “haksız bir dayatma” olarak algılamalarına yol açıyor. Benzer bir durum Kıbrıslı Türkler için de söz konusudur. Kıbrıslı Türkler arasında Türkiye’nin adaya müdahalesini ve adanın bölünmesini “Barış Harekâtı” olarak değerlendiren ve savaş esnasında Kıbrıslı Rumların ağır mağduriyet yaşadığını görmek istemeyenler, de facto durumu “adil” ve “nihai çözüm” olarak görme eğilimindedirler.
Adaletsizliklerle yüzleşmenin çok önemli başka bir boyutunu Jean Jacques Rousseau’nun sözlerinde buluruz: “Bir yurttaşa karşı yapılan bir adaletsizlik yalnızca devletle o yurttaş arasındaki ilişkiyi etkilemekle kalmaz, aynı zamanda devletle bütün arasındaki ilişkiyi de zedeler. Eğer bir yurttaş ya da bazı yurttaşlar haksızlığa uğramışsa, çiğnenen sadece onların özgürlüğü değil, herkesin ortak özgürlüğüdür.”[13] Rousseau, “güçlüler ya da yozlaşmış yargıçlar, sadece kurban ettikleri talihsiz yurttaşların düşmanı değil, bütün cumhuriyetin düşmanlarıdır ve bu nedenle bir bütün olarak cumhuriyet tarafından cezalandırılmalıdır” diyordu.[14] Çünkü adaleti sağlayamayan bir ülke “yurt” olmaktan çıkar: “Ne zaman ki bir ülke, her bir yurttaşına karşı borçlu olduğu politik sevgiyi esirger, karşılığında yurttaşların politik nefretini ve aşağılamalarını bulur. Bunu hak da eder: Patrie (yurt) ortadan kalkar odieux ou ridicule (iğrenç veya gülünç) hale gelir.”[15] Kıbrıs, sergilenen adaletsizlikler yüzünden hem özgürlük kaybına uğradı, hem de “iğrenç ve gülünç” duruma düştü. Ve yüzleşmediği sürece de yurttaşlarına “ortak yurt” olması mümkün olmayacağa benziyor...
…devam edecek…
[1] Asena Günal, Önder Özengi (yayına hazırlayanlar), Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013.
[2]Antonio Negri, “Sürgün”, içinde: Giorgio Agamben, Belleğin ve Unutuşun Doğru Kullanımı Üstüne,s.70.
[3]Y.a.g.e., s.69
[4]Maurice Halbwachs, La Memoire Collective, Edition AlbinMichel, Paris, 1997.
[5]Zygmunt Bauman, Does Ethics Have a Chance in a World of Consumers? Harvard University Press, 2009, s. s.91
[6] Y.a.g.e.,s.92
[7]Sibylle Thelen, Die Armenienfrage in der Türkei, Klaus Wagenbach Verlag, Berlin, 2010, s.63.
[8]Y.a.g.e., s.63-64.
[9]Gary Smith, Avishai, (eds), Amnestie oder die Politik der Errinerung in der Demokratie, Suhrkamp, 1997, s.15.
[10]Bernhard Schlink. Guilt About the Past, Beautiful Books, London, 2010, s.18.
[11]Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, İçinde: Nurdan Gürbilek (sunuş ve hazırlayan) Walter Benjamin: Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları, İstanbul, 1993, s.39-51.
[12]Asena Günal, Önder Özengi (yayına hazırlayanlar), Bir Daha Asla! Geçmişle Yüzleşme ve Özür, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s.32
[13]MaurizioViroli, Vatan Aşkı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1997, s.99.
[14]A.g.e., s.99.
[15]A.g.e., s.99.