Gündemden uzak ve fakat güncelin dibine kadar bizi götürecek bir yazı yazmak istedim bu hafta… Şimdi bu ne demek? Açıkçası gerçeklikler üzerinden bir gündemi takip edince pusulanızın ibresi şaşıyor. Yaşananlara karşı artık “şok” denilen dalgaya kapılmadan yaşamayı da öğrendik. Hani şu medyanın meşhur repliği: “Şok haber! Az sonra!” klişesinin bile anlamı yok bugünlerde, insan ezberinde… Ne hak kalmış, ne hukuk ne de adalet, bu nedenle ‘şok’a ne hacet! Ülkenin hepten çivisinin çıktığını düşündüren örgü içinde iyice giriftleşen bir çarkın dişlilerine kapıldık gidiyoruz. Siyasetin çivisinin çıktığını düşünürken her alanda ülke dalga dalga, sanki yenik düşüyor zamanın getirdiklerine…
Mevsimlerin de tadı kalmamış. Ne kar yağdı bu yıl gri şehre, ne de yağmur… Ama siyaset gündeminin maşallahı var. Yağmur, dolu, kar, kasırga fark etmiyor, boca edilmiş durumda her türlü iktidar muhalefeti başımızdan aşağıya… Görüldüğü üzere gündemden kaçış yok; sıkışıp kalıyorsunuz gündem girdabına ve fakat çıkış bulmak her zaman olasıdır, yaşanan olumsuzlukları olumlamaya çevirmek adına… Grilerle mücadele etmeden gökkuşağının biricikliğinin değeri anlaşılmıyor. Şurası bir gerçek ki arada sırada umulmadık güzelliklere rastlamak, tam sürmenajın eşiğine gelmişken bir rahatlama ve umuda dönüşen pırıltılar saçıyor içinize… Açmazlardan çıkmayı sağlayacak mucizenin omuzlarına yüklenmişiz.
“Özgürlük nerede?” sorusunu sorarken buluyorum kendimi çoğu zaman…
Kimler özgürdür?
Nerede yaşanır özgürlükler?
Sanırım özgür olanın da özgür yaşamın da sınırları gittikçe daralmakta…
Yine de aydınlanmaya inanmaktan vazgeçmemek gerek. Bu gereklilikle ancak aşılacaktır zayıflatan ve bocalatan değişim rüzgârlarının hastalıklı esintileri…
Pusuda bekleyen yok oluşa boyun eğmekten öteye geçmek nasıl olacaktır? Endişeler özgürlüğü mekanik bir kelime olmaktan çıkarıp anlamlı cümleler kurmak adına ayakta tutacaktır. Bu renksiz dünyayı hep birlikte sevmiştik, galiba sevmeye devam etmek de ‘çıkış’ yazısını ‘özgürlük’ kelimesine evirecektir, yeniden…
Her ne kadar bocalamaların, dışlamanın, eşitsizliğin, adaletsizliğin, baskıların, korkuların ve radikal düşünce saplantılarının eşiğine gelip dayanan bir hal içinde bulunsak da, dengeyi yeniden kurmak adına, direnmenin yollarında hareket etmek özgürlük tutkusunu yeniden yakalar.
Zamana ve beraberinde getirdiklerine ‘burun kıvırma’ lüksümüzün olmadığını düşünüyorum. Her türlü teknolojiyi alıp kullanma eğiliminde olan herkesin de aynı düşüncede olduğunu ummaktayım. Yoksa daha da çekilmez hale gelir, dünya. Mesela muhalifseniz ve değişimin rüzgârında sağlam kalmanın öngörülerine dair düşünceleriniz ve eleştirileriniz varsa, sadece bir iki tuşla binlerce kişiye ulaşabilir, cümlelerinizle onlarca insanın dikkatini çekebilirsiniz. Dikkat çekme eylemi, farkındalık yaratma olgusunu dürtüklediği ölçüde, mesaj yerine ulaşmış demektir.
Bazen olayları çok abarttığımı ve endişelerimin yersiz olduğunu düşünürken, bazen de kaygılarıma bulanıp tuhaf insan hallerine geçiş yapıyorum. Bu hallerin içindeki en baskın rol duygulara yükleniyor. Duygusal salınımlar muhalif olduğunuz her şeyin önüne barikat kurup gerçeklikleri gizliyor mu, acaba? Sanat Tarihçisi olup sanatın her alanından nasiplendiğiniz bilgi külçelerinin sürecin içinden çıkıp gelen örneklerini güncele taşıma gayretine çakılıp kalıyorsunuz. Gün geçmiyor ki sanat dünyası da kendi çarklarının tartışma dinamiklerini yaratmasın. Her an her şey tartışmaya, eleştirilmeye, açık bulunup insanları mat etme gayretlerine dönüşmek gibi bir hal aldı. Bunun için de teknolojinin güncel getirileri direkt kullanılıyor. İletişim çağını geçtik gibime geliyor, böylesi tutumlara denk geldiğimde. Direkt insanların sanal içindeki gerçeklik dünyasına dönüşmüş her şey…
Dünyada neler olduğuna dair ciddi bir fotografik görüntü bombardımanında yaşadığımızı, hep söylüyorum. Bugünün insanı dünyayı atmosferin çevrelediği gerçeğini, tartışılmaz, doğru götürmez bir kesinlikle bildiği gibi, her şeyi bilme ve son zamanlarda da sosyal medya denilen canavarın paylaşma midesini doyurma gailesiyle yaşıyor. Bunun için de fotografik görüntülere, obez bir organizma gibi saldırıyor. Peki, gerçekle karşılaşıldığında durum nedir? Genelde hayal kırıklığı ve buna bağlı olarak da heyecan tarafsızlığı yaşar birey… Konuyla ilgili olarak Susan Sontag der ki: “Fotografik görüntüler, dolaysız olarak yaşadığımız bir şeyden duygu çıkarma eğilimi gösterirler.” Gerçekten uyanan duygular var mı? Olursa da çoğunlukla gerçek yaşamda tattığımız duygular değildir. Gerçek şu ki: Gerçeğin gösterdiklerinden çoğunlukla gözlerimizi kaçırma ihtimaline kapılarak, başka yerlere bakma gibi bir refleksin ister istemez eline düşeriz.
Birisine laf mı atmak istiyorsunuz, yazın sosyal medyaya gitsin… Bir haber mi okudunuz paylaşın olsun bitsin. Evlendiniz mi donatın fotoğrafları sayfa sayfa... Dinlenmek, koşmak, yürümek, yemek yemek, içmek, kaçmak, yakalanmak, oyun oynamak, çiftlikler kurmak, doğaya hâkim olmak, âşık olmak, sevmek sevilmek, övülmek, pohpohlanmak için dayayın sırtınız sosyal medyaya yaşansın ve de tüketilsin. En büyük devrimleri “klavyeşörler” mi kazanmıştı? Hal böyleyken sokağa kim çıkacak? Sokağın gürültüsünde, meydanın birlik tutkusunda, caddenin ucube saldırısındaki tuhaf saatlerinin altında, kim bekleyecek? Kim bakacak her binanın cephesinden sarkan portreye (!) ve ‘az kaldı, geliyoruz!’, diyecek? Kim kime, dum duma gürültüsünden kim/kimler, “ÖZGÜRLÜK işte burada yaşanacak ve yaşatılacak!”, diye haykıracak?
Nerede gerçeklik? Nerede düzen bozuklukları karşısında birlik olan, el ele tutuşan ruhun dinamik ve anıtsal somut beden bütünleşmesi? Ruh haznesinin yekpare bir duvar gibi arasına çatlaklar almayacak, su geçirmeyecek şekilde, kale gibi örülmesi?
Sorular uzar gider, yaşam kısalır, gelecek sorgulanır ve her gece biraz daha yeniden sanal yaşamlara klişeleşen bedenler montajlanır. Sesler gerçekse, bedenler de fikirler de bir o kadar kurgudur, şu tuhaf kokular gelen kuyunun dip köşelerinde. Şu bir gerçek ki, insanlık bugüne kadar gelen tarihinden daha farklı tehlikelerle karşı karşıya… Tehlikelere göğüs germekten başka yol yok!
Denizde önümüzü görerek seyretmek gerekiyor. Ancak o zaman seyrin yol kat etme uğraşı anlam kazanır. “Zamana bırakalım, geçer.” veya “zaman en iyi ilaçtır.” sözlerinin de modası geçmiş durumda. Ne zaman ne de mesafenin kaybedilmesi, mevcut durumun düzelmesi veya değişmesi için yeterli olmayacak.
Maalouf’un da dediği gibi: “Zaman müttefikimiz değil bizim, yargıcımız.”. Şu an zaten cezamızın erteleme sürecini yaşıyoruz.
Bu haftalık da benden bu kadar!