Her şey bir yana onca sıkıntının elimize, gözümüze vurduğu zulüm bir yana; bazen gerçekten özlüyorum çocukluğumu, köydeki tatil günlerimi, Leymosun’daki yaşam içerisinde ergenliğe geçerken sevdiğim hallerdeki kendimi. Bazen de “tek yol devrim” diye sloganlaşan mücadele yıllarımı çok özlüyorum üniversite yıllarımın. Hamburgeri, lahmacunu bilmediğimiz, pizzayı sadece bir kule ile özdeşleştirdiğimiz günleri özlüyorum. Leymosundaki “gavurma” restorantını, ciğerci Recai’nin meşhur ciğer kebabını, Niyazi’nin meşhur full kebabını, rahmetlik babamın Niyazi’den fıçılarda bekletilmiş ve laminzana ile Satın aldığı benim de çok sevdiğim gumandarga şarabını, little Arif restorantta İngilizlere kızkardeşlerimin hurma dalına dizdiği yaseminleri sattığım çocukluk günlerini öyle özlüyorum ki. Geçmişe değil ama bu özlemim sakın yanlış anlamayın. Geçmişteki bozulmamış dayanışma ruhuna, fakirleşmemiş- dıştan torpillenmemiş kültürümüze, kirlenmemiş çevreye, üç kuruşun bile müthiş emek değerine ve toplumla birlikte olan tutkumdaki kendimedir sanırım özlemim zaman zaman. Çocukluğumun saf ve temiz çoğu da doğal olarak karşılıksız platonik aşk hallerinedir belki de bugün tebessümle anımsadığım. Vurgunluğumadır belki de kim bilir özlemim; sudaki balık, gökteki güneş, gecenin yıldızı gibi içimi titreten kalpte sanırdım kendimi o çocukluk ve ilk ergenlik günlerinde. Olmazsa olmaz sanırdım kendimi. Şimdi gülümseyerek düşündüğüm dünün gerçekleri içinde, biraz yorgunca içimin sızıları işte…Bu sızılar toplumumuzun yokluğa itilen hallerinden geçmişe bakarken hissedilen duygulardır belki de. Ya da her şey bir yana, yaşlanıyoruz ama çözümle barışa ulaşamamanın moralsizliği sarmış da olabilir beni ve bu yüzden hayatı zamansız zamanı da hayatsız yaşıyor olabilirim böyle iç geçirerek…
Pencere pervazına takılıp kaldı barışa çözüme yönelik hayallerimiz; gındırıktan zorla içeri almaya çalışsak da umudu, saldırılarla kapatmaya çalışıyorlar girmesin diye içeri umut, özgüvensizlik dışarı çıkmasın diye içimize yerleştirilen; tüm engellemelere ve karışmacılıklara rağmen savrulan şaşkın gurbet rüzgârları içinde, “ben sana mecburum” dememeyi öğrendik yine de ayaz gibi suratımızı kesen dondurucu soğuklar içerisinde, içimizde, içimiz dışımız yara bere içindeyken... Sessizce! Yokluk, yokluktur. Yerine hiçbir şey uyduramazsınız; yalnızlık gibidir; hatta belki de yalnızlık bile yokluğa göre kalabalık biledir. Sana yapışır ve sen de ona alışırsın. Deli deli konuşur içindeki her yokluk. Sen dinlersin. Kendine yanıt verenlere deli derler diye dinlersin. Bir gün gelir sadece kendinle konuşan ama sessizce kendini dinleyen ve konuştuğu kadar da işiten olursun. Fark etmez ki. Bazen zamansızdır hayat. Çizgisizdir bazen, aklına eseni yazamayacağın kadar şekilsizdir. Çünkü belki de Can Yücel’in aşağıdaki şiirinde dediği gibidir hayat;
“HER ŞEY SENDE GİZLİ
Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif.
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin, Nefret ettiklerin kadar kötü.
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin.
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün.
Gülebildiğin kadar mutlusun.
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın.
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer;
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak,
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...”
Ben biliyorum, öğrendim sanırım, bazen zamansızdır hayat…
Ve bazen bizlerin içerisine düşürüldüğümüz yokluktan yalnızlık haline geçebilme mücadelesidir verilmesi gereken…Ne de olsa yalnızlık yokluktan iyidir bence…Kıbrıslı Türklerin dünya halindeki yokluğuna itildik ya birer birer ve toplum olarak; başkasının bastonu olmadan yürüyemeyeceğimiz öğretilmeye çalışıldı ya bizlere yıllardır; haydi atalım bizim olmayan bastonları ve gerekirse emekleyelim ve yokluk yerine yalnızlığı kabullenerek başlayalım dizlerimizin yara bere olmasını kabullenerek, ve bir gün yalnızlıktan kurtulacağımıza ve kendi gücümüze inanmanın özgüveniyle…