Yeni yıl tatilinin ardından hükümetin vergi ve harçlarla ilgili aldığı zam kararları yanı sıra elektrik ve akaryakıt zammı ile ilgili verdiği zam sinyalleri, ülkemiz gündeminin bu çerçevede oluşmasını sağlamıştır. Hükümetin almış olduğu bahse konu zam kararları toplum tarafından anlaşılır bulunmadığı gibi toplumda, ciddi bir tepki de yaratmıştır. Toplumun bu tepkisi, 8 ocak tarihinde yapılacak olan bir eylemle ilgililere demokratik çerçevede ifade edileceği sosyal medya üzerinden duyurulmuştur. Halkımız, son zamanlarda meydana gelen ve hayat kayıplarıyla sonuçlanmış trafik kazalarıyla oldukça gerilmiş durumdadır. Hükümetten bu kazalar ile ilgili ve daha bir çok konunun çözümüne ilişkin icraat beklerken, ulaştırma bakanının “benim bir suçum yok para verseler yapacağım” tavrı, yol standartlarının çok kötü olduğuna dair halk inancını doğrular nitelikte olmuş ve halkın hoş görü sınırlarının aşılmasını sağlamıştır. Halkımız, sorunlarının ve gelecek kaygılarının çözümüne ilişkin umutlarını ve beklentilerini bu hükümet nezdinde tüketmiştir. Halkın beklentisi sorunların çözümüne ilişkin iken, hükümetin zam karaları, halkın seyrüsefer harcındaki artışı tema ederek aslında genel memnuniyetsizliğini ifade ettiği ‘Yol Yoksa Seyrüsefer de Yok’ eylemini hayata geçiriyor.
Diğer yandan ülkemizin ciddi yapısal, bölgesel ve konjonktüre ilişkin riskleri olduğu herkesçe malumdur. Maliye Bakanlığı ise yıl içerisinde realize olması muhtemel Türkiye Cumhuriyeti yardım akışı olsun kur artışları olsun bir takım riskleri düşünerek gelirlerini artıma adına zam kararlarını almıştır. Ancak bilinmelidir ki bahse konu risklerin her realize oluşunda, maliyede oluşması muhtemel açıkların kapatılması, yapılacak vergi artışlarıyla mümkün değildir. Zaten vergi miktarlarını artırma maliye gelirlerini ayni oranda artırmadığı ve toplumun yüksek bulduğu vergiyi ödemekten kaçınması, ekonomik bir realitedir. Dolayısıyla seyrüsefer özelinden genel bir tepkiye evrilen bu eylem aslında maliyenin izlediği politikalarına olan inançsızlıktır. Bu inançsızlığın temel sebebi alınan zam kararlarını tamamen ekonomik akıldan uzak bir şekilde üretilmiş olmasıdır.
Bilinmelidir ki yeryüzünde bulunan hiçbir maliye vergileri yükselterek açıklarını kapatabilmiş değildir. Maliyemizin kısa vadede yapması gereken ülkedeki toplam talebi koruyarak yani hane halkının alım gücünü düşürmeden önlemler almaya gayret göstermektir. Fırsatçı yaklaşımlardan ortaya çıkan pahalılığı yakından denetleyip önlemelidir. Maliyemiz sokağa çıkıp fiş kesilmeyen işletmeleri denetlemeli ve halkın maliyeye iletilmek üzere ödediği KDV’nin maliyeye aktarılmasını sağlayacak denetimleri sıklıkla yapmalıdır. Tabi ki bu saydıklarım ilk anda yani kısa vadede yapılması gerekenlerdir. Peki ya uzun vadede bu bahsettiğim önlem ve eylemlerle sürdürülebilir bir ekonomik yapı söz konusu olabilir mi? Hayır, olmaz. O zaman ne yapmalı?
İşte tam da bu soruya cevaben; Cumhurbaşkanı adayımız Tufan Erhürman’ın da vizyonları arasında bulunun kendi ayakları üzerinde durabilen ekonomik bir model ülkemiz refahını bir sınıf daha ileriye taşıyacak uzun vadede sürdürülebilir bir ekonomik yapıyı ortaya çıkaracak tek çaredir. Ayni zamanda söylemek isterim ki, ayakları üzerinde durabilecek ekonomik bir yapıyı inşa etme kolay bir hedef değildir. Ülkemizde hiçbir yapı artık eskisi gibi değildir. Eski ezberimiz ve anlayışımızla toplumu ekonomik akıldan çok uzak uygulamalarla herhangi bir gelecek hedefine taşıyabilmemiz kesinlikle mümkün değildir.
Toplumların protestoları veya tepkileri, ne derseniz deyin demokratik çerçevede kaldığı sürece sağlıklı bir reaksiyon biçimidir. Hükümetler ise, bu tip protesto eylemlerinden ders çıkarabildikleri kadar toplumlarının refahına yönelik icraat yapabilirler. Dolayısıyla toplumun tepkisine alınganlık gösterme yerine yapılması gereken, kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomik yapı oluşturma adına adım atılmasıdır. Kendi ayakları üzerinde duran ekonomik bir modelin gereğini ve risklerini topluma iyi anlatması ve her kesimin adil ölçüde elini taşın altına koyarak yürüyeceği bir hazırlık ve geçiş dönemi planlanmasıdır. Ülkemizde bunu uygulayacak kurumsal ve bireysel kapasite potansiyeli mevcuttur ve yetersiz kaldığı yerde gelişime açıktır. Yeter ki toplum olarak kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomiyi gerçekten isteyelim.