Yılmaz AKGÜNLÜ
yakgunlu@yahoo.com
David Brazier kitabının son cümlesinde, ‘Gerçek bir terapi sadece kendi kişisel benliğimizin değil dünyanın da nasıl iyileştirileceğiyle ilgili bir vizyona sahip olandır’ der. Zen Terapisi, Brazier’in Zen’in gerçek yüzünü araştırdığı ve onun aslında bir terapi, insanlık durumunun en temel acılarına bir cevap olduğunu ortaya koyduğu kitabı. Konusu ve yazılış tarzıyla bu kitap, alanında yazılmış birçok kitabın arasında içtenliği, derinliği ve en zorlu konuları bile anlaşılır hale getirebilmesiyle ön plana çıkmakta. Kitaptan temel olarak şunu anlıyoruz: Zen ne bir dindir ne de felsefe o özü itibarıyla insanların acılarına bir ilaçtır, terapidir.
Peki bu kitap neden okunmalı? Bu soruya özet bir şekilde birkaç başlıkla cevap vermek istiyorum. Sanırım o zaman kitabın önemini ifade etmeye biraz olsun yaklaşmış ve bu sayede çağımızın terapi anlayışını da tartışmış olacağız.
Küresel Sorunlara Küresel Çözümler
Birincisi ve sanırım çağımız koşullarında en acil olanı, Zen Terapisinin köklerinden ve çevresinden büyük ölçüde kopmuş yalnızlık ve yabancılaşma içinde yaşayan modern insanın sorunlarına gerçekten işe yarayabilecek bir reçete sunmasıdır. Alışılmadık zorlukları olan bir çağda yaşıyoruz. Dünyanın bir yerinde olan bir şeyin hepimizi ne kadar etkileyebildiğinin ve hayatlarımızı alt üst edebildiğinin bir örneğini kovidle yaşadık. Demek ki artık kimse kendini izole edemiyor. Belki de bu nedenle olsa gerek, küresel dünyamızda sorunlarımız katlanarak artmakta, en önemlisi ruhumuzu, sevgimizi ve duygularımızı kaybetme tehlikesi içinde varoluş mücadelesi vermekteyiz. Ancak artık bu mücadeleyi kendi kültürümüzün ve çevremizin yetersiz imkanlarıyla başaramıyoruz. Sorunlar küreselleşmişse çözümde küreselleşmelidir. Günümüzde dünyadaki bütün öğretiler, yollar ve sistemler bizim için ulaşılabilir hale gelmiştir. Ve ait olduğumuz toplumdaki gelenekler, dinler ve yaşam biçimleri bize yeterli cevapları veremiyorsa o zaman bunu dünyanın ilkel, modern demeden bütün kültür ve coğrafyalarından alabilmeliyiz. Artık senin felsefen benim felsefem, senin terapin benim terapim dönemi geride kalmıştır. Bu anlamda bu kitap bir Uzakdoğu bilgeliği olan Zen Budizm’in öğretilerini psikolojik boyutuyla bize en derinden aktarabilme görevini başarıyla yerine getirmektedir. Zen öğretisi iki bin beş yüzyıldan beri süregelen Hindistan’dan Çin’e, Çin’den Japonya’ya ve oradan da bütün dünyaya aktarılan devasa bir felsefi, psikolojik, uygulamalı ruh sağlığı bilimi, sanat ve toplumsal kültür oluşumudur. O bir kişiye ait değildir, bütün insanlığa aittir. O yüzden bütün insanlığını kullanımına açık olmalı, gizemden ve anlaşılmaz öğelerinden arındırılıp dünya kültürüyle bütünleşmelidir.
Kapitalist Düzenden Özgür Bir Terapi Anlayışı ve Uygulaması
İkincisi, günümüzde insanlar çevrelerinden yeterli destek bulamadıklarından terapistlere daha çok gitmeye başlamışlardır. Lakin bu terapistler de bu kültürün içinde yaşamaktadırlar. Özellikle batıda şekillenmiş olan terapi biçimlerinden etkilenmişlerdir. Peki bu terapiler, psikanaliz, bilişsel davranışsal terapiler ya da hümanist yaklaşımlar ne gibi sınırlılıklara ve hatalara sahiptirler. Brazier kitabında bu konuları da irdelemekte ve derinlemesine tartışmaktadır. O halde daha yetkin, daha bütüncül ve varoluş sorunlarımıza daha derinden cevap verebilen bir terapi olarak Zen’i anlamak ve uygulamak bize büyük faydalar getirebilir. Ayrıca geleneksel terapilerin bizi sürükleyebileceği yanlış yollara ve tuzaklara karşı bizi uyarabilir. Bir yerde David şöyle diyor: ‘Çağımızda terapinin de diğer işler gibi bir iş olarak görülme tehlikesi vardır. Kişi bazı beceriler öğrenir ve hizmetini para karşılığı satar. Ancak, eğer bir kişinin kendi içinde gerekli alan yoksa, ‘uzmanlar’ ona çok yardım etmeyecektir. Bu durumda, terapi yıkıcı olabilen ölü bir ritüel olacaktır. Terapi iyi olduğu kadar zarar verici de olabilir. Bütün terapiler aynı değildir ve daha da önemlisi bütün terapistler birbirlerine denk değildirler. Bir terapist olabilmek, kişinin yaşamın bazı testlerinden geçebilmesini ve bu süreçte benlik gururunun bir kısmını geride bırakabilmesini gerektirir. Terapi içimizdeki alanı temizlemekle başlar’. Çağımızın terapistlerinin çoğu için ne kadar da doğru sözler. İyi olmak için bir terapiste gidiyorsunuz. Peki onun size gerçekten yardım edecek kadar kendine yardım edebilmiş olduğundan nasıl emin olabiliriz? Bizi narsisizmimizi besleyerek bir süre oyalayabilir, sorunlarımızı çözmemizde bize yardım etmekten çok bizi sürekli kendisine gelmemiz için bağlayabilir. Terapist kusurluysa ve kendi nevrotik ihtiyaçlarını çözemediyse bizi kendi egosunu tatmin etmek ve sorunlarını çözmek için kullanabilir. Brazier bütün bunları detaylı bir biçimde ele alır kitabında. Terapi alanını kirleten tehlikeleri tek tek açıklar. Buradaki iddia Zen Terapisinin daha iyi bir terapi olduğu değildir. Mesele terapist danışan ilişkisinin çağın yapısından doğan zorluklarını ve sınırlılıklarını aşabilmektir. Zen’in insanın içsel özgürlüğüne ve hakikate ulaşmaya verdiği mutlak önem terapiyi her tür yanlış yola sapmaktan kurtaracak bir uyanıklık yaratma gücüne sahip olabilir. Bu yanlış yola sapmanın en çarpıcı ve yıkıcı örneklerinden birisi de ‘kendini sevme’ meselesidir.
Bugün modern kapitalist düzenin terapistleri her şeyden daha çok kişinin kendini sevmesi üzerine odaklanmaktadırlar. Bunda görünürde bir doğruluk payı vardır. Ancak kendimizin kim olduğuna göre değişir bu. Eğer kendimi yanlış anlıyorsam yanlış şeyi seviyorum demektir ve bu da bizi narsisizmin bataklığına bir daha asla oradan çıkamadan batıp kalmaya kadar götürebilecek bir şeydir. İnsanın benliği bütün dünyayla olan ilişkisindedir. Kişinin kendine ait, izole, kalıcı ve değişmez bir benliği yoktur der Budizm. Brazier ise bu durumu şöyle açıklar. ‘Örneğin, batıda çok yaygın olan bir ön kabul ‘Kendimi sevmediğim sürece başkalarına yardım edemem’ fikridir, oysa ki Zen’in tutumu en iyi şekilde şu ifadeyle temsil edilebilir ‘Kendim için yapabileceğim en iyi şey başkalarına olan sevgimi keşfetmektir.’ Eğer bir kişi başkalarını hakikatiyle severse kendisiyle ilgili takıldığı sorunlar azalacaktır, çünkü yaşamında değerli bir şeyler yapma konusunda süreğen deneyimlere sahip olacaktır. Öte yandan, sadece kendilerini seven kişiler, içlerindeki iyi olan şeyleri başkalarına göstermeden tüketirler ve sonunda kendilerini ne öz-benliklerini ne de başkalarını sever bir halde bulurlar. Bu yüzden Zen’e göre, kişisel gelişim ‘ben’ dediğim şeyi dinlemek ve ona itaat etmek değil, aksine kendime duyduğum tutkunun yaşamımı yönetmesiyle oluşan tiranlığa karşı bir şeyler yapmamdır.’
Yaşamın Bütünlüğünü Kapsayan Bir İyileşme
Üçüncüsü, insanların sadece terapi odasında gerçekleşen yardımlardan çok günlük yaşamlarının her alanında uygulayıp izleyebilecekleri bir yaşam yoluna ihtiyaçlarının olduğu gerçeğidir. Bu bağlamda Brazier’in kitabı gerek doğayla ilişkimizde gerek insanlar arası paylaşımlarımızda, bir topluluğa duyduğumuz ihtiyaç, yalnızlığın gerçek anlamı, ritüeller, ahlak, ölüm ve kayıp konusunda yaşananlar gibi birçok konuda çok derin iç görüler ve uygulamalar önermektedir. Gene yazara kulak verelim: ‘Tanrı’dan söz etmeyen bir din olan Budizm’le ilk karşılasan batılılar onu nasıl bir kategoriye sokacakları konusunda kararsız kalırlar. Budizm zamanla bir inanç değil de bir “yaşam yolu” olarak görülmeye başlandı. Aslında Budizm aynı anda birçok şeydir. Dinsel kurum ve uygulamalarıyla bir dindir. O bir topluluktur. Bir medeniyet projesidir. (Ling, 1976) Bir kişisel kurtuluş yoludur. Kutsal kadim bir uygarlığın yazılı ve sözlü geleneğidir. Rahip ve rahibelerden oluşan düzenli bir topluluk olarak, belki de dünyadaki en köklü ve en uzun süre dayanan yoldur. Buda’ya öğretisinin ne olduğu sorulduğunda, acının gerçekten nihayete ermesine neden olan her şeydir demiştir. Bu yüzden Budizm en öncelikli olarak sağaltımdır diyebiliriz.’ Zen Terapisi yaşamı bir bütün olarak, içle dışı birleştirerek nasıl hep beraber güzel ve anlamlı yaşayabileceğimizin anahtarı olan birçok fikri sunmaktadır.
İki Dünyanın Karşılaştırılmasının Etkileri
Elbette ki biir kitabın değeri ancak tam olarak okunduğu ve sindirildiği zaman ortaya çıkacaktır. Bu yüzden asıl işi okur yapar ya da tamamlar dersek abartmış olmayız. David hayatı, kendisini ve Zen öğretisini okudu, özümsediklerini yazıya döktü. Şimdi de sıra okurda, hepimizde: okumak, düşünmek, paylaşmak, tartışmak ve benimsenenleri uygulamaya koymak. Bizler genelde hep yazara odaklanırız ama okur da bir o kadar önemlidir. Yazarın hakkını verecek olan, onu anlayıp onunla arkadaş olacak olan ve belki de onu aşıp yeni eserler verecek olan okurdur. Başka kim olabilir?
Bazı kitaplar vardır okur ve geçersiniz, pek iz bırakmaz. Bazıları ise sizinle yaşamaya devam eder. Ancak bu büyük bir emek de ister. Kitaptaki fikirleri kendinize ait kılmak için yoğun bir etkileşime girmelisiniz. Duyduklarınızı kendi düşünce sisteminizle bir karşılaşma içine sokmalısınız. Bazı düşünceler sizin alışageldiğiniz düşüncelerle uyuşmaz ve hatta sert bir şekilde çarpışır onlarla. Belki yeni bir senteze ulaşırsınız, belki de eski düşüncelerinizi ya da yazarınkileri bırakmak zorunda kalırsınız. Tam da bu anlamda Brazier kitabında bize çarpışmamız, çatışmamız gereken çok önemli açılımlar sunmaktadır.
Kitap bir uzak doğu yolu olan Zen Budizm’le Batının modern terapileri arasında çok yönlü bir karşılaştırma yapmaktadır. Zen’in aslında bir terapi olarak nasıl kullanılabileceği bütün yönleriyle incelenmiş, Budizm’in temel kuramlarının gerçek anlamları, dogmalardan arındırılarak ortaya serilmiş. Kitap boyunca özellikle varoluşçu ve insancıl psikolojilerle Zen arasındaki benzerlikler ve farklılıklar ortaya konmaktadır. Ancak bu benzerlik ve zıtlıklar öyle suya sabuna dokunmayan türde şeyler değildir elbette. Yazar modern dünya görüşünün insanı nasıl bir bataklığa sürüklediğini, çağın acıları olan yalnızlık, anlamsızlık ve mutsuzlukların ne kadar derinlerde olduğunu gözler önüne sermektedir. Sıkı bir çalışma olmadan, bizi yıkıma götüren modern dünyanın hayat görüşüyle amansız bir savaş vermeden bu bataklıktan çıkmak mümkün mü?
Elbette ki, şeylerin bizim kendi kişisel görüşlerimizden bağımsız olan kendi yasaları vardır. Dünyanın yasaları bizim aklımızın, kendi dar görüşümüzün yasalarından farklıysa kime uymalı? Cevabı okura bırakıyorum. Ama belki de çok erken bir cevaba ulaşmadan önce farklı görüşleri içtenlikle ve tam bir açıklıkla dinleyip anlamaya çalışmakta büyük yarar vardır. Bu bağlamda da aslında doğma büyüme bir Batılı olan David Brazier bize çok yardımcı olmaktadır. Uzun yıllar süren zorlu çalışmalarından damıttığı Doğu bilgeliğine ait görüşleri aynı zamanda çağdaşımız olan bir insanın aktarması işimizi kolaylaştırmaktadır. Bazen eski metinler ya da konuyu kendi kültür ve dillerindeki anlatım biçimlerinin etkisiyle aktaran bilgeler bize yeterince ulaşamayabilirler. Ancak Brazier bizim hangi dilden anladığımızı bildiğinden olsa gerek, konuları hem en derin hem de en basit şekilde anlatabilmeyi başarmıştır.
Kitabında Brazier konumunu şu sözlerle açıklıyor: ‘Ben hem bir Budistim hem de psikoterapi uygulayıcısıyım. O yüzden uzun süredir bu konuyla ilgileniyorum. Buda’nın zamansız öğretisini modern batı kültürünün özel çağdaş koşullarına uygulamaya çalışıyorum. Danışanlarım çok geniş bir yelpazeden duygusal sıkıntılarla boğuşuyorlar. Bu şekilde çalışan tek insan olmadığımı biliyorum, işte bu yüzden konuyla ilgilenenleri cesaretlendirmek ve öğrenmiş olduklarımı paylaşmak için bu kitabı yazmaktayım.’
Çeviri Süreci
Kitabın çevirisi benim için de çok besleyici ve aydınlatıcı bir macera oldu. Bu çevirinin benim açımdan en önemli özelliği ilk kez bir çeviriyi yaparken kitabın yazarıyla da tanışabilmem ve onunla aramızda kurulan bağ oldu. Bu da çağımızın ender nimetlerinden biri olarak görülebilir. Normalde bir cümlede sıkıştığınızda kendi kendinizlesinizdir ya da en iyi ihtimalle bir arkadaşınıza danışabilirsiniz. Ancak bu defa istediğim her şeyi sorabileceğim bizzat yazarın ta kendisiydi. Gerçi ben bu imkanı çok kullanmamaya ve David’i çok meşgul etmemeye çalıştıysam da, gene de zor durumlarda büyük bir kurtarıcı olduğunu itiraf etmem gerek. David’le ilgili önemli bir tesadüfte çocukluğunun önemli bir bölümünün Kıbrıs’ta hem de savaşın olduğu dönemlerde geçmiş olmasıydı. David’in Kıbrıs’la ilgili çok özel anıları vardı. Hatta kitabın bazı bölümlerinde bunlardan bahsetmektedir. Ayrıca bu ayki gailede David’in kendi hayatının özellikle Kıbrıs’ta geçen kısmından bahsettiği bir deneme de bulacaksınız.
Çeviri zorlu bir uğraş. Dilin akıcılığı ile metnin korunması arasındaki hassas bir dengeyi sürekli gözetmek zorundasınız. Eğer aşırı Türkçeleştirmeye takılırsanız ve metin akıcı olsun diye çok zorlarsanız orijinal metinde söylenenlere bazen ihanet etme durumuna düşebilirsiniz. Metne aşırı sadık olayım derken de akıcılığı kaybedebilir ve ortaya zor okunan bir metin çıkarırsınız. Bence önemli olan metnin asıl ruhuna ve niyetine sadık kalabilmektir. Ancak bütün iş çevirmene de düşmez. Okur metni anlamak için gayret göstermelidir ve belki de kendisini zorlayan bazı ifadeleri olduğu gibi kabul edip üzerinde düşünmelidir.
Çeviri sırasında kelimeler ve kelimelerin bizde uyandırdığı çağrışımlarla ilgili bazı sıkıntılar yaşarız. Örneğin İngilizcedeki ‘bow’ kelimesi fiil olarak eğilmek ve secde etmek anlamına gelmektedir. Ancak secde etmenin bizdeki çağrışımları genelde son derece dinseldir ve bir Tanrının önünde yere kapanmak olarak anlaşılır. Zen’de ise eğilmek ya da secde bir Tanrıya karşı yapılmaz. Biz kendi Buda doğamızın önünde eğiliriz. Bu kelimenin bizde dinsel çağrışımları olduğu için aslında psikolojik ve manevi anlamıyla hissettirilmesi zorlaşmaktadır. Bu durumda eğilmek mi iyi bir seçimdir yoksa secde etmek mi?
Beni en çok zorlayan kelime ise konuyla ilgilenen birçok kişinin de duymuş olabileceği ‘mindfullness’ terimidir. Maalesef dilimizde bu kelimenin tam olarak tatmin edici bir karşılığı yok. Aslında bu çok üzücü bir şey, çünkü bir kelimeden mahrum kalınca onun verebileceği imkanlardan da mahrum kalabiliyoruz. Mindfullness Türkçeye dikkatlilik olarak çevrilir, ama ben bu kelimenin tam anlamı verdiğinden emin değilim. Çünkü dikkatlilik hem günlük yaşamda çok kullandığımız bir terim değil hem de mindfullness teriminin derinliğini vermez. Aslında ‘tamzihinlilik’ gibi bir terim dilimize yerleşmiş olsaydı çok daha yerinde olurdu. İngilizcedeki mind, yani zihin, fullness tamlık kelimelerini de kapsamış olurdu. Mindfull ya da tamzihinli olmak zihnin bütün imkanlarıyla tam bir uyanıklık ve dikkatlilik içindeki yüksek farkındalık halini anımsatıyor daha çok. Türkçenin bu açıdan daha çok kavram ve kelime üretmeye ihtiyacı var. Dünyanın birçok kültüründen birçok kavram, kelime ve yaşam biçimleri kültürümüzde artık yer etmekteyken eğer yeni ve dilimize daha uygun ve akılda kalıcı kelimeler üretmezsek dilimizin temsil edici niteliğini güçlendirmemiş oluruz.
Kitap ve çeviri macerası hakkında yazmakla amaçladığım şeylerden birisi de Türkçe okuyan okuru kitaba biraz daha aşina hale getirebilmek. Biz elimize bir kitap alırız ama çoğu zaman ne kitabın ne de çevirinin hikayesini bilmeyiz. Bu hikayeleri bilmek bizde daha duygusal bir yakınlık hissi uyandırabilir. Kendi deneyimleriyle metinlerini canlandıran yazarlar, tabii eğer içten bir anlatımları varsa bizi kalbimizden yakalayabilirler. Brazier de kitabında kendisini sadece düşünceleriyle değil, yaşadıklarıyla da aktarmıştır. Bu da bizde onun nasıl bir insan olduğuna dair bir merak uyandırır. Aslında bunu bilinçli olarak düşünmesek de, çoğu zaman biz kitabı değil yazarı okuruz. Eğer sadece kitap var yazar yoksa o kitap kalbimizde derin bir etki bırakmaz. Daha kitabın ilk sayfalarında, ‘Zen aslında özünde, bir kalbin bir başka kalp tarafından, bir içtenliğin bir başka içtenlik tarafından uyandırılmasıdır. Kelimeler onu ifade etseler ve yolu gösterseler de, onun yerine geçemezler. O bütün temel olmayan diğer şeyler sönüp gittiğinde ortaya çıkan hakiki deneyimdir’ diyor David. İşte kitabın üzerimizdeki bütün etkisini en iyi ifade eden cümle belki de budur. Kitap içtense ve hakiki sözlerden oluşuyorsa bize dokunur ve ona kendimizi açtıkça da acılarımızı bilgeliğe doğru dönüştürmeye devam eder. Kendimizle çok dolu olduğumuzda ise yazarın sevgi ve bilgelik dolu sözlerini takdir edemeyiz.
Köprü Olmak
Doğu ile batı arasında bir köprü olmaya çalışan Brazier, benim açımdan bu görevini başarmıştır. Bu çeviri sayesinde uzun bir süre kitapla haşır neşir olurken içimdeki bir çok çelişkinin bir çözüme kavuşmasının mutluluğunu yaşadım. Varoluşcular, psikanaliz ve diğer batılı terapilerinde aklımı kurcalayan ve beni rahatsız eden ama tam da ifade edemediğim sorulara Zen Terapisinde cevap buldum. Mesela insanın sonu gelmez analizlerle çocukluğuna inmeye çabaladığı, neredeyse bütün amacının bastırılmış çocukluk anılarını su yüzüne çıkarmaya çalıştığı psikanaliz yönteminin kısıtlılıkları kafamda yoğun çelişkiler yaratıyordu. David sayesinde buna çok tatmin edici bir cevap bulabildim. Kısacası, Brazier üzerinde rahatça gidip gelebildiğimiz bir köprü inşa etti bizler için. Bize kalan artık bu köprüyü kullanarak farklı iki dünya arasında özgürce gidip gelmek ve bilgelikleri ve güzellikleri hem dışımızdaki hem içimizdeki doğudan batıya ve batıdan doğuya aktarmak, böylece sürekli zenginleşmek ve yaşadığımız kabustan kurtulup aydınlanmanın sonsuz sevincini yaşamak.
Evet köprülere ihtiyacımız var. David Brazier Kıbrıs’ta yaşayan bir İngiliz çocuğu olarak savaşın böldüğü bir adada bu parçalanmanın derin şokunu yaşadı. Aynı zamanda bir batılı olarak kendisine verilen ideallerle gördüğü gerçekler arasındaki bölünmemin acısını yaşadı. Belki de bütün bunlar onu doğunun bilgelikleriyle batı düşüncesi arasında bir köprü kurmaya itti. Bizler de bu coğrafyada her şeyi ikiye bölen, İslam uygarlığıyla Hristiyanlığın, orta asyadan gelen bir Türklerle Anadolu’nun ve akdenizin yerleşik insanları arasındaki bir fay hattında yaşıyoruz. Bu fay hattının varlığını, yarattığı huzursuzluğu bölünmüş adamızda her gün hissediyoruz. Bu yüzden, Brazier’in izinden giderek Kıbrıs’ın iki yakasını da birbirine bağlayan gerçek bir sevgi, anlayış ve dostluk köprüsüne hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.