Zihnimdeki boşluğa testere koydum

Pınar Çavlan

Lise yıllarında, ev halkı uyuduktan sonra yattığım bir gece… Dışarıdan gelen “testere” sesinden uyuyamıyorum... Kalkıp camdan da bakamıyorum, öylece yatıyorum karanlıkta… Gözler faltaşı… Nefes almaya bile korkuyorum… Pencereden bakarsam göreceğim manzarayı Stephen King romanı ya da  Alfred Hitchcock filminden canlandırıyor gibiyim gözümde; öyle seri katilli, kan revan içeren… (zira o zaman James Wan diye bir senarist ya da Testere diye bir film söz konusu değil). Sonunda dayanamayıp annemi çağırdım, ve panikle “biri testere ile birşey keser dışarda” dedim. Annem beni rahatlattı ve ben bebekler gibi uyudum.

Beynimiz bulunduğumuz ortama ya da o an yaşadığımız olaya dair pek çok detayı duyularımız aracılığı ile algılayıp, duruma göre “kendince” gerekli olanları seçiyor ve geriye kalanların çoğunu çabucak unutuyor. Özellikle acil durumlarda, hızlı tepki vermek zorunluluğu ile genelde belli bir sürede oluşturabileceği mükemmel yanıtlar yerine, hızlıca değerlendirilebilecek yarım yamalak yanıtları tercih ediyor. Yani bazı kestirme yollar ve yine “kafasına göre” bir sürü varsayımlara başvurarak çıkarımıza en iyi şekilde hizmet etmeye çalışıyor beynimiz. Dolayısıyla, varsayımlar ve kestirme yollar sözkonusuyken bazen beynimiz bizi yanlış yönlendiriyor olsa da, bazı durumlarda bize avantaj da sağlayabiliyor. (B4Z1 H4RFL3R Y3R1N3 R4K4ML4R KULL4N1LS4 Y4 D4 BAZI HRFLER EKSİK YZLSA BİLE OKUYABİLMEMİZİ ÖRNK GST3R3B!L!RZ). Yorumlama hayatımızın her alanı ve insanın her duyusu ile bağlantılı olarak karşımıza çıkabiliyor. 

Duyu sistemi, dış dünyanın değişkenlerini elektrik sinyallerine dönüştürerek beynimize gönderiyor ve beynimiz de bu sinyalleri yorumluyor bildiğimiz gibi. Biyolojik sistemimizin sınırlılıkları nedeniyle, duyu algılayıcılarımız çok az değişkene tepki verebiliyor. Bu da doğal olarak beynimizin yorumlaması esnasında inanılmaz yamalamaları ve çarpıtmaları kaçınılmaz kılıyor. Bu bağlamda, bedenimiz dışındaki çok zengin dünyadan gelen sinyalleri yorumlayarak, ihtişamlı bir dünya tasviri yaratabilen muhteşem bir beyin yapımız bulunuyor. Bu algısal restorasyonu yaparken, bize hiç çaktırmadan birçok boşluğu dolduruyor tabi.

Üç saniye boyunca dümdüz ileriye baktığımızda burnumuzu neden göremiyoruz mesela? Oysa tek gözümüzü kapattığımızda görüyoruz burnumuzu. Doğrudan karşıya baktığımızda burnumuz çoğunlukla görüş alanımızın dışında bulunuyor; ancak o boşluğu gerçekte orada olanlarla doldurmak yerine, burnumuzu görüş alanından silerek dolduruyor beynimiz!

Dış dünya dediğimiz gerçekliği, tamamen öznel, değiştirilmiş ve kişiselleştirilmiş bir temsil oluşturmak ve o temsile bizi inandırmakla yükümlü olan beynimiz, henüz makina tasarımcılarının farkında bile olmadığı bazı yaşamsal sorunlara kestirme çözümleri bularak ve hayata geçirerek çalışıyor. Yani aslında zihnimizin kurguladığı yarı sanal bir gerçeklikte sürdürüyoruz hayatımızı… Her insanın kendine göre bakış açısı, algısı ve hikayeleri vardır. Farklı insanlar aynı durumda farklı şeyler algılayabiliyor ve kişisel değerlerine göre bunlara farklı anlamlar yükleyebiliyor. Arkadaşımı aradığımda telefonu meşgule atmışsa, çocuğunun video izlerken bunu yapmış olduğunu düşünebilirken; başka bir arkadaşım aynı hareketi yapsa çok uygunsuz bir zamanda aradığımı düşünerek kötü hissedebilirim. Bu da tamamen yaşanmışlıklar üzerinden bilinmeyen gerçekliği yorumlamak ve algı oluşturmak oluyor. Hayatımızın her alanında bu yorumlamaları yapıyoruz otomatik bir şekilde.

Kendi hikayelerimizin farkına varabilmek tam da bu noktada önem kazanıyor; özellikle iletişim söz konusu olduğu zaman…

Hikaye kelimesini burada zincirleme oluşan veya doğru kabul ederek inandığımız düşünceler diye tanımlayabiliriz. Aslında düşünce dediğimiz anlık birşey, nehirler gibi kafamızın içinde akıp giderken, ya da havadaki bulut gibi gelip geçerken bize zararı olmuyor. Tutunup bağlandığımız ve inandığımız bir düşünce gerçeklikle çatıştığı an huzursuzluk başlıyor (“beklenti”, ya da “böyle olmalı hissi” diyebiliriz belki buna). Hikayelerimiz şimdiki zamanda, geçmiş ya da gelecek zamanda kurgulanabiliyor zihnimizde. Bir gün boyunca beynimizden yüzlerce, hatta yüzbinlerce düşünce akıp giderken; bir ses tonuna, bir gülümsemeye, bir bakışa, cevaplanmayan bir telefona, kısacası herhangi bir davranışa, ya da gece yarısı dışarıdan gelen “testere” sesine yüklenen anlamlara dair denenmiş, yaşanmış, izlenmiş, dinlenmiş teorilerdir hikayelerimiz… 

Yazının başında bahsettiğim o gece, annem beynimin yazdığı gerilim hikayesi ile alakası bile olmayan bambaşka bir gerçeklik sunarak uyuyabilmemi sağladı. Ne seri katil vardı, ne testere; sadece uyuyan bir adam! Gerçekliği sorgulamak, bakış açısını değiştirmek gerek bazen… Neyse en azından halk arasında kullanılan “uykuda kereste kesmek” lafının nereden çıktığını öğrenmiş oldum…