Uluslararası ilişkiler bakımından önemli birçok zirvenin ardı ardına gerçekleştirildiği bir dönemi geride bıraktık. 11 Haziran’da G7 ülkelerinin bir araya gelmesiyle başlayan zirve maratonu, NATO zirvesi, AB-ABD zirvesi, Rusya-ABD zirvesi ile devam ederek, geçtiğimiz hafta AB liderler zirvesi ile son buldu. Bu zirveler arasında, Erdoğan-Biden görüşmesi ve Libya’ya ilişkin 2. Berlin Konferansı gibi başka kayda değer gelişmeler de yaşandı.
Bir önceki ABD Başkanı Trump döneminde uluslararası düzende hâkim olan düzensizlik hali, COVID-19 salgınının baş göstermesiyle daha da görünür ve sıkıntılı bir noktaya ulaşmıştı. Şimdi ise, bu zirvelerin de ortaya koyduğu gibi, yeniden bir uluslararası düzen oluşturulma sürecine tanıklık ediyoruz. Joe Biden’ın ABD Başkanı olarak seçilmesiyle tetiklenen bu süreç, dünya sahnesinde stratejik olarak kartların yeniden karılması anlamına geliyor.
Dış politika stratejisi olarak ‘Amerika geri döndü’ sloganı ile ilerleyen Biden yönetiminin, sadece Trans-Atlantik bölgesiyle sınırlı kalmayan, aynı zamanda Avrupa-Atlantik bölgesi ile Asya-Pasifik’i de kapsayan ‘kurallara dayalı uluslararası düzen’ olarak adlandırılan bir dünya düzenini ABD önderliğinde yeniden oluşturma gayreti, zirvelerin sonuçlarından da kolayca okunuyor.
‘Kurallara dayalı uluslararası düzen’ aslında yeni bir kavram değil. İkinci Dünya Savaşı sonrası yine ABD tarafından oluşturulan düzenin, aynı liberal değerler ve kurallarla yeniden kurgulanmasını içeriyor. Bu çerçevede, eskiden Sovyetler Birliği olan ana hasmın yerini, bu sefer Rusya ve Çin birlikte alıyor. Başta NATO zirvesi sonuç bildirgesi olmak üzere son zirvelerle yapılan açıklamalar, ABD’nin oluşturmaya çalıştığı bu yeni düzende bu iki ülkeyi, ana sistemik tehdit veya rakip olarak açık bir şekilde deklare ediyor. Sonuçta, kurallara dayalı uluslararası düzenden kastedilenin ABD’nin ortaya koyduğu kurallar olduğu ve bu liberal kurallarla Rusya ve Çin’in hiçbir anlamda uyuşmadığı, hatta onlar tarafından bu kurallara meydan okunduğu ortadadır.
Bu oluşum içerisinde, AB’nin, ABD’nin ana müttefiki ve stratejik ortağı olarak konumlandırıldığı da görülüyor. Hatta, spesifik olarak Rusya ile ilişkilerde, Çin ile ilişkilerde ve Kıbrıs sorunu bağlamında bizi en çok ilgilendiren Türkiye ile ilişkilerde işbirliği içerisinde hareket edileceği vurgusu, Trump döneminin aksine ABD-AB ortaklığını yeni düzenin önemli bir ekseni olarak şekillendiriyor.
Türkiye ile ilişkilerden bahsetmişken şunu eklemekte fayda vardır: Tıpkı diğer ülkeler ve aktörler gibi, Türkiye de oluşmakta olan bu düzene adapte olmaya çalışarak, dış politikasında ve stratejilerinde yeniden ayarlamalarda bulunuyor. Zaten Biden’ın göreve gelmesiyle, Türkiye’nin gerek söylemlerindeki gerekse eylemlerindeki farklılıklar da görülmeye başlamıştı. Trump döneminde Türkiye’nin ABD ve Rusya arasında kendini dengeleme ve bölgesel bir güç olarak konumlandırma çabası, bugün Biden yönetiminin safları sıkılaştırma siyaseti nedeniyle daha farklı bir yöne evirileceğe benziyor. NATO zirvesi marjında gerçekleşen Erdoğan-Biden görüşmesi bunu doğrular bir şekilde gerçekleşti. Türkiye, ABD ve NATO güçlerinin çekileceği Afganistan’ın Kabil Havaalanı’nın güvenliğini üstlenmeyi önererek, ikili ilişkilerindeki sıkıntıların en azından bir süreliğine ötelenmesinin önünü açtı.
Geçmişte NATO’nun güney kanadının en önemli parçası olan Türkiye, ABD açısından artık eski stratejik konumunda değil. Rusya’dan satın alınan S-400 füze savunma sistemlerinin yarattığı krizle beraber Türkiye’nin F-35 programından resmi olarak çıkarılması, zaten başlı başına müttefiklik ruhunun kaybedildiğinin birer göstergesi oldu. ABD’nin Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile son yıllarda daha da geliştirmekte olduğu askeri işbirliği ise, bunun bir başka boyutunu oluşturuyor.
Elbette ki Türkiye’nin Batı ittifakından daha da uzaklaşması veya tamamen kaybedilmesi ne ABD’nin ne de AB’nin istediği bir durumdur. Yeni uluslararası düzende Türkiye’nin Batı ittifakından yana tavır alması, özellikle ABD’nin çıkarları ve NATO bağlamında önemini sürdürmekle beraber, görünen o ki Türk-Amerikan ilişkileri müttefiklikten veya stratejik ortaklıktan ziyade, daha yüzeysel bir düzlemde, değerlere değil çıkarlara bağlı bir al-ver ilişkisi şeklinde seyredecek.
AB-Türkiye ilişkileri açısından da durum farklı değil. Bir önceki AB Konseyi sonuç bildirgesinde ‘Doğu Akdeniz’ başlığı altında komşu bir ülke gibi yer alan Türkiye, son zirve sonuç bildirgesinde Libya, Rusya ve Belarus gibi ülke başlıkları ile aynı düzlemde bir başlık olarak yer aldı. Tıpkı bir önceki zirvede olduğu gibi, bu sefer de Türkiye’nin AB üyeliğine veya en azından stratejik ortaklığına değinilmedi. Suriyeli sığınmacıların finanse edilmesi bağlamında ise, Türkiye’ye Ürdün ve Lübnan’la birlikte atıfta bulunuldu. Kısacası, AB’nin belirli bir zamandır Türkiye ile ilişkilerinde benimsediği havuç-sopa stratejisinin devamından ötesi öngörülmüyor.
Tüm bu zirvelerin içerisinde Kıbrıs sorununun konumuna baktığımızda, NATO zirvesi marjında gerçekleştirilen birkaç ikili görüşmede – Erdoğan-Merkel ve Erdoğan-Johnson görüşmeleri – ele alındığını biliyoruz. Ayrıca, AB Konseyi sonuç bildirgesinde, Doğu Akdeniz’de düşen tansiyonun korunması gerektiğine yönelik atfın yanı sıra, Kıbrıs sorununa, ilgili BM Güvenlik Konseyi kararları uyarınca, siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu ve iki kesimli bir federasyon temelinde kapsamlı bir çözüm getirilmesine yönelik bağlılık da teyit edildi. Nitekim, zirvenin akabinde yaptığı açıklamada, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, ‘AB’nin Kıbrıs’ta iki devletli bir çözümü asla kabul etmeyeceğini’ net bir şekilde ortaya koydu.
Yine von der Leyen’in değindiği üzere, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 20 Temmuz’da gerçekleştireceği ziyaret vesilesiyle uluslararası toplumun gözleri Kıbrıs’ın kuzeyinde olacak. Aslında gözler daha çok Maraş’ın statüsünde, Geçitkale’deki İHA ve SİHA’larda ve belki bir deniz üssü alanında olacak. Gözler buraya çevrilecek çevrilmesine, ancak ne yazık ki bakıldığında Kıbrıslı Türkler görülmeyecek. Rusya ve Çin’in stratejik tehdit veya rakip olarak belirlendiği ABD önderliğindeki bir uluslararası düzende, Yunanistan ve Rum tarafının üyesi olduğu ve yapısal bir taraf olan AB’nin işbirliğinde, Türk dış politikasının kıskacındaki Kıbrıs sorunu ile daha büyük bir Doğu Akdeniz sorunu bağlamında Kıbrıs’ın kuzeyine bakılacak, ve yine Kıbrıslı Türkler görülmeyecek…