Simge Çerkezoğlu
Avukat Murat Metin Hakkı, Işık Kitabevi’nden yayımlanan, “Yargıtay Kararları Işığında Kıbrıs Hukuku” kitabıyla çok önemli bir çalışmaya imza attı. İngiltere’de Southampton Üniversitesi’nde tamamladığı hukuk eğitimini, şirketler hukuku, uluslararası hukuk ve Ortadoğu çalışmaları üzerine tamamladığı yüksek lisans eğitimleriyle geliştiren Hakkı, dördüncü kitabıyla çok önemli bir eksikliği de gideriyor.1966 yılından 2017 yılına dek geçen elli bir yılda, Kıbrıs Türk Yüksek Mahkemeleri’nde görülen 2000 civarındaki hukuk ve istinaf kararlarını derlerken hem hukukçuların işini kolaylaştırıyor, hem de son zamanlarda hayli tartışılan hukuk sistemimizin tarihi gelişimini daha iyi anlayabilmemiz için bize bir alternatif sunuyor. Hakkı’ya göre hukuk sistemindeki sıkıntıları aşmanın yolu ‘geçmişteki dik duruşun, cesur adımların ve hukukun üstünlüğüne saygı gösteren kararların takibiyle mümkün olacaktır’.
“AİLENİN EN ESKİ HUKUKÇUSU BÜYÜK BÜYÜK DEDEMİZ İZZET EFENDİ”
Avukat Murat Metin Hakkı için yedi göbekten hukukçu desek mübalağa etmiş olmayız. Her ne kadar an çok babası yargıç Metin Hakkı ile bilinse de, mesleki kökleri büyük büyük babasına dek uzanıyor.
“Ailemde epeyi hukukçu var, haklısınız. En eski hukukçu büyük büyük dedemiz İzzet Efendi’dir. 1878 yılında Kıbrıs’taki Osmanlı İdaresi sona ererken, Ada’nın son Başyargıcıydı. Daha sonra büyük dedelerim Evkaf Murahhası Sir Mehmet Münir Bey ve avukat Behaettin Efendi de avukatlık mesleğini icra eden aile büyüklerimizdendir. Bunun yanında, Mehmet Münir beyin eşinin kardeşi Fuat bey de 1930’lu yılarda çok ünlü bir ceza hukukçusuydu. Aynı zamanda dedemin de dayısı olurdu. Ayrıca annemin amcası Necati Münür Ertekün 1958 yılında tüm Kıbrıs’ın başsavcı yardımcısıydı. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde üç üyeli yüksek anayasa mahkemesinin de tek Kıbrıslı Türk üyesiydi. Ondan sonra babam Metin Hakkı 1975 yılında yargıç oldu ve 2008 yılına kadar aralıksız görevini devam ettirdi. Görev döneminin son iki yılında da Başyargıçlık yaptı. 2007 yılında ağırlıklı olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye aleyhine ikame edilen Kıbrıslı Rumların davalarında Türkiye’yi temsil etmek üzere de Ad Hoc yargıç olarak atandı.”
“ZOR İŞLERİ BAŞARMAYI SEVERİM”
Murat M. Hakkı New York Eyalet Barosuna, İngiltere Barosuna ve Kıbrıs Cumhuriyeti Barosuna kayıtlı bir avukat… Ada’nın tamamında avukatlık mesleğini sürdürüyor. Elbette bunca yoğunluk arasında, Kıbrıs Türk Yüksek Mahkemelerinin son elli bir yılda aldığı hukuk ve istinaf davalarının kararlarını özetleyen bu kitabı yazma fikrinin nasıl doğduğunu merak ediyorum.
“Ben davalarıma hazırlanırken, oldukça kapsamlı araştırmalar yaparım. 1883 yılından bu yana Kıbrıs Yüksek Mahkeme kararları yayınlanmaktadır. Bu konuda kaleme alınan iki kitap bulunmaktadır. Biri 1914 yılında Anton Burton ve Stanley Fischer tarafından hazırlanan Digest of Cases ve Zeka bey 1957 yılında 1883-1950 yılına kadar olan dönemi özetleyen kapsamlı bir çalışma yapmıştı. Konular gayet güzel özetlenip listelenmişti. Bu kitaplar sayesinde bilgilere ulaşmak çok kolaydı. Ancak 1957 yılından sonra bu hukuki içtihatları güncelleme hedefi güden bir çalışma olmadı. Ben zor işleri başarmayı severim. Böylece bu boşluğu gidermek için bir çalışma yapmaya karar verdim. Yaklaşık on beş ayda bu kitabın içeriğini toparladım, özetledim, yayına hazır hale getirdim. Elbette Erdoğan Uzunahmet’in de kitabın yayına hazırlanmasında emeği büyüktür. Yüksek Mahkeme kararları ağırlıklı olarak 1966 yılından itibaren, özetlenmese de aralıklı olarak yayınlandı. Elbette binlerce sayfalık yayınlardan, 2000 civarındaki kararlardan bahsediyoruz. Ben sabırla tek tek inceledim. Her kararda konuyla ilgili prensipleri farklı başlıklar altında ayrıştırdım, özetledim. Otuz sekiz konu başlığına böldüm. Elbette her konu başlığı da kendi içinde bölümlere ayrıldı. Benim algılamama göre kolayca anlaşılabilecek bir özet ortaya çıktı.”
“ORTADA CİDDİ BİR MESELE YOKSA TEMYİZ HAKKININ OLMAMASI LAZIM”
Elbette, Yüksek Mahkeme Kararları emsal teşkil ettiği için hukuksal anlamda büyük bir öneme sahip. Kitapta yer alan, 1966 yılından 1991 yılına dek geçen zaman içinde görülen Yüksek Mahkeme davaları boşanmalardan, yabancı mallarına, kaçak inşaatlardan, trafik kazalarına kadar her konuda karar üretiyor. İnsanlar her konuda Yüksek Mahkeme’nin kapısını çalıyor.
“Elbette bu konu ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta. Aklınıza gelen her konuda bir itilaf olabilir ve bu itilaflar önce alt mahkemede ele alınır, eğer taraflardan biri tatmin olmamışsa bu karardan, yüksek mahkemeye gidebilir. Ancak bu elbette son zamanlarda Yüksek Mahkeme’nin kilitlenmesine yol açmıştır. Ciddi tıkanıklık oluşmuştur. Yapılması gereken, hukuk açısından kıblemiz olan İngiltere’de olduğu gibi bir özel izin sisteminin getirilmesidir. Eğer önemli bir olgusal ya da hukuksal nokta, ya da ciddi bir mesele yoksa otomatik olarak temyiz hakkının olmaması lazımdır. Böylece Yüksek Mahkeme gereksiz bir yükten kurtulur ve meseleler daha seri şekilde ilerler.”
“KİTAPTAKİ EN DİKKAT ÇEKİCİ DAVALARDAN BİRİ BABALAR DAVASI”
Bu kitaptaki en ilginç davalardan biri kuşkusuz zem ve kadih davaları arasında bulunan Özker Özgür -Rauf Raif Denktaş arasındaki dava… Özker Özgür’ün Yenidüzen gazetesinde yer alan, Bakış isimli köşesinde kaleme aldığı, 16 Aralık 1985 tarihli Babalar isimli köşe yazısından yola çıkılarak, Rauf Raif Denktaş tarafından açılan dava… Medyanın ünlü Babalar davası. Ayrıca Aile Hukuku bölümünde yer alan boşanma davaları da oldukça mahrem konuları ortaya döküyor.
“Aslında bu kitap biraz da tarihte yolculuk duygusu yaratıyor. Yaklaşık otuz yıl önce ele alınan, o döneme damga vuran çok konuşulan davalar, ihtilaflar karşımıza çıkıyor. Babalar Davası da öyle. Bu dava sonucunda Özker Özgür aleyhine bir tazminat kararı çıkmıştı. Ayrıca söylediğiniz gibi özellikle aile davaları maalesef seviyenin çok düştüğü, olgusal açıdan mahrem kalması gereken birçok şeyin ortaya dökülüp saçıldığı, üzücü olayların yaşandığı davalar… Taraflar arasında dostane çözüm mümkün olmadığı için birçok mesele yüksek mahkemeye gitti ve sizin de okuduğunuz gibi her türlü mahrem kalması gereken detay didik didik incelendi, ortaya saçıldı ve bir şekilde kararlar ortaya çıktı. Gönül arzu ederdi ki taraflar daha olgun davransın, daha dostane bir tavırla meseleyi bu kadar yukarı makamlara taşımadan halledebilselerdi. Aradan yıllar geçse bile bir arşiv araştırmasında bu olgular ortaya çıkıyor. İnsanlar mahcup duruma düşebiliyor.”
“EN BÜYÜK HATA 1956 YILINDA VAKIFLARI DEVRALAN MİLLİYETÇİ YÖNETİCİLERDE”
Kitapta ayrıca Vakıflarla ilgili konularda da sıklıkla Yüksek Mahkemeye başvurulduğu dikkat çekiyor.
“Vakıflarla ilgili olarak bir sürü ihtilaf yaşandı. Vakıfların kurulmasından, gelirlerin hissedarlar, hak sahipleri arasında dağıtılmasına kadar önemli, hassas konular var. Elbette işin ucunda maddi boyut da olunca ihtilafların kontrolden çıkıp, alt mahkemeden üst mahkemeye kadar çıkması normal oluyor. Böylece Vakıflar konusunda da bir miktar yüksek mahkeme kararı yayınlandı, hükme bağlandı. Gelecek nesiller için de araştırma kaynağı oldu. Kıbrıs’ın Osmanlı tarafından fethedilmesi ile 1571’de Vakıflar İdaresi kuruldu. Ancak İngiliz sömürge idaresi başlayana kadar, 1900’lü yılların başına kadar, gerek Vakıf malları gerek özel şahıs mallarıyla ilgili doğru düzgün kayıt, harita çalışması yapılmadı. İngiliz yönetimi sayesinde birçok şey kayda geçti. Haritalar oluşturuldu. 1946’da yürürlüğe giren Taşınmaz Mal Yasası’na kadar Kıbrıs’ta Osmanlı Taşınmaz Mal mevzuatı uygulandı. 1946 yılında bu mevzuat yürürlükten kaldırıldı. Böylece her mala kayıt altına alınma zorunluluğu getirildi. Bu kayıt altına alınma esnasında birçok Kıbrıslı Rum, Vakıf mallarının tasarrufunu elde etti. Bu malları uzun yıllar da kullandıkları için, o mallarda hak iddia ettiler. Somut evrak da olmadığı, özellikle 1925’ten önce bu konular ciddi şekilde takip edilmediği için, birçok Rum Vakıf arazilerini adlarına geçirdi. Bu tabii İngiliz döneminde yaşanan ihmaller. Ancak burada en büyük hata 1956 yılından sonra Vakıfları devralan milliyetçi yöneticilerde. 1956’dan itibaren neredeyse hiçbir ciddi araştırma, hukuki inceleme, arşiv taraması yapılmadı. Hiçbir şekilde dava açılmadı. 1956’dan sonra Vakıfların Türkler tarafından devralınmasına Dr. Küçük ön ayak oldu. Yaptığı ilk icraat Halkın Sesi matbaası arkasındaki Vakıf arazisini açık artırmaya çıkarıp sonra da satın almaktı. O zamanki milliyetçi yöneticiler de, milli dava diyerek olaylara sahip çıkmadı. Böylece Vakıf malları İngiliz döneminden çok daha kötü biçimde istismar edildi. 2000’li yıllardan sonra kayıt altına alma çabası başladı.”
“İKİNCİ CİLTTE ASİL NADİR’İN MAL ALIM SATIMINA İLİŞKİN DAVALARI VAR”
Kitabın ikinci cildinin de önümüzdeki ay içerisinde raflarda olması bekleniyor. Yeni kitaba şöyle bir göz atınca en dikkat çekici konulardan biri Asil Nadir davaları…
“1992 yılından 2007 yılına kadar olan dönem ikinci ciltte yer alıyor. Pek çok alacak, verecek, taşınmaz mal alım satımına ilişkin davalar var. Bunların da enteresan hukuki olgusal noktaları var. Sıdıka Atalay’ın Asil Nadir aleyhine açtığı, ciddi miktarda tazminat talep ettiği davanın, kendi dava takrirlerinde (Tapu dairesinde taşınmaz malını başkasına sattığını veya ipotek ettiğini söyleme) kusur olduğu için talep edilen rakamın detayları verilmediği için davanın düştüğü, ret edildiği oldu. Öyle enteresan konular da ortaya çıktı.”
“SALAMİS BAY OTELLE İLGİLİ LEONARD FAİRCLOUGH DAVASI ÇOK ENTERESANDIR”
Murat M. Hakkı’ya okuduğu binlerce dava arasında, en önemli gördüğü, gerçekten örnek teşkil ettiğine inandığı davanın hangisi olduğunu soruyorum.
“Sizin de gündeme getirdiğiniz Özker Özgür-Rauf R. Denktaş davası ilk başta akla gelen davalar arasında. Bunun yanında özellikle Salamis Bay Otelle ilgili Leonard Fairclough davası çok enteresandır. Orada aslında yargımız açısından gurur verici gelişmeler olmuştu. Dava Salamis Bay Otel’in mülkiyetiyle ilgili bir davaydı. 1960’ların sonunda muhtemelen o dönemki mevzuata aykırı şekilde öncelikle otel arazisi Kıbrıslı Türk’ten Rum’a, sonra da İngiliz şirketine geçmişti. Ancak sonuç itibarı ile 1974 yılı itibarıyla uluslararası hukuk açısından geçerli haklara sahip bir İngiliz şirketi söz konusuydu. O dönemin Başsavcısı önderliğindeki Hukuk Dairesi bu İngiliz şirketin haklarını gasp edebilmek ve önlerine türlü engeller çıkarabilmek için pek çok yasal tadilatlar geçirdiler, dava açma haklarını bile ellerinden almaya çalıştılar. Ancak o zamanki yüksek mahkeme üyeleri gayet olgun duruş sergileyerek geçirilen utanç verici yasaların mevzuata, insan hakları hukukuna ve anayasaya aykırı olduğuna hükmettiler ve muhtemelen milli siyasetle yüzde yüz uyumlu olmasa bile, hukukun üstünlüğüne saygı gösterdiler. Böylece İngiliz şirketin haklarına sahip çıkmasının yolunu açtılar. Bu bence takdire şayandı. Burada öne çıkan ancak günümüzde unutulmuş olan önemli bir hukuki prensip; bir kişi bir davaya taraf değilse onun gıyabında alınan mahkeme kararının o taraf olmayan açısından yok hükmünde olduğuna ilişkin bir kaidedir. Bu durumu Leonard Fairclough davalarında Yüksek Mahkeme cesurca vurguladı. Umarım önümüzdeki günlerde de Yüksek Mahkememiz gereken olgunluğu uluslararası hukuka, anayasa hukukuna saygıyı gösterir, böyle öğretici kararlar çıkmaya devam eder.”