Mert Özdağ
Askerlik konusunu tartışmaya devam ediyoruz… Tartışmamız 3’üncü haftasında… Bu kez CTP Lefkoşa İlçe Başkanı Mutlu Azgın’ın askerliğe bakışını gündeme getiriyoruz… Mutlu Azgın kendine has, farklı kalemi ile askerlik konusunu irdeledi, hem dış hem de iç örnekler vererek konuyu derinden tartıştı, askerliğe kapsamlı bir yorum getirdi.
İşte Mutlu Azgın’ın gözünden askerlik:
SORU: Askerlik konusunu gençliğin bir sorunu olarak görüyor musunuz? Neden?
MUTLU AZGIN: Askerlik konusunu gençliğin bir sorunu olarak görmüyorum. Sorun olan “zorunlu askerlik” konusudur.
Yani sorun olan, ülkeden ülkeye değişkenlik gösteren, belirlenmiş yaş sınırları içinde ve kıstaslar çerçevesinde, çok büyük oranda erkek ama bazı ülkelerde kadınları da kapsayan “yasal yükümlülük”tür esas mesele. Dolayısıyle, modern anlamda bildiğimiz devletin ki “ulus-devlet”ten bahsediyoruz burada, yerine getirilmesini mecburileştirdiği bir yükümlülüktür bazı ülkelerde. Yasal zorunluluktur ve cezai müeyyidesi vardır. Sorun veya sorunsal diyelim daha doğrusu, işte budur. İnsanlık tarihi kadar eski bir tarihi vardır konumuzun. Bağlama oturtmak için çok hızlı ve kabaca bir bakalım. Fransız Devrimi öncesi ve sonrası süreci ikiye ayıracak olursak özetle, her iki dönemde, yakın bir geçmişe kadar orduların “sayısal üstünlükleri” çok önemliydi. Bu nedenle, zorunlu askerlik “milletin/vatanın ordusu” ve dolayısıyle “güvenliği” ve dolayısıyle “varlığı” ve “bekası” ve tabii “genişlemesi”, “yeni yerlerin vatan yapılması” için önemli bir olgu olageldi. İki yönlü işleyen bir şeyden bahsediyoruz. Hem “düşmana karşı örgütlenmek” için önemli bu “çokluk/topyekün yeknesaklık”, hem de “iç siyaseti/iç ideolojiyi örgütlemek” için. (Bu noktaya dikkat buyurun lütfen zira, genelde “dış ve iç politika” ayrıştırması yapılır. Bunu en çok bizim uzman mektepliler (Uluslarası İlişkiler, Siyaset Bilimi) yapar. “İç-dış ayrımı yoktur” ekolünü savunanlardanım. Ve bu ayrıştırmanın yapılmamasını önemserim. İkisinin bir birini etkilediğini ve “sürekli kurduğunu” düşünenlerdenim. Bu nokta önemli, kurmaya çalışacağım ana ve yan argümanları anlamak için.)
Sözünü ettiğimiz dönemler, namlu-bağımlı ekonomik büyümenin ve refah politikalarının olduğu dönemler. Asker üstünlüğüyle yeni ülkelerin işgal edilerek “vatan yapılması” ve beraberinde gelen zafer ve refah veya tersi vahşet ve yıkım. Kısacası “savaş ekonomisinin” olduğu Emperyalizmin “erken dönemleri”. Tabii, kendi diyalektiği içinde “barışçıl” nedenlerle bile olsa “saldırgana” karşı kendini “korumak” amaçlı “devlet örgütlenmesi” de gündeme geldi doğal olarak. Ardından, ikinci önemli evre başlar: Birinci dünya savaşı. Hemen hemen tüm dünyanın savaşta olduğu dönem bu, “topyekün” savaşın geriye dönülmez biçimde başladığı dönemler. Her “vatan evladı”nın savaşın öznesi haline geldiği dönemler. Üçüncü önemli evre ikinci dünya savaşı. İkinci cihan harbinde bir önceki dönemi “sonlandırıcı nitelikte” bir şey oldu. Neydi bu? Atom bombası. Piyadeleri, uçakları bir tür bomba haline dönüştürerek ölüm uçuşları yapan pilotları bir anda önemsizleştiren, “oyunun kurallarını değiştiren” çok acı bir tecrübe ile sarsıldı dünya. Birinci dünya savaşında boy göstermeye başlayan ve ikinci dünya savaşına kadar çok önemli yol kat eden “istikbal göklerdedir” gerçeği (bahriye ve harbiye out, tayyare in) yeni dönemin kapısını araladı. Ve o güne kadar devam edegelen “Napolyoncu” ve “Prusyacı” gelenek ayrışması altüst oldu, aynı anda. Çok kısa bir parantez, birincisi sayısal üstünlüğü temel alır, bu nedenle herkesin askere alınması yani top yekün seferberlik önemlidir, temel esastır; ikincisi daha ziyade taktiksel derinliği önemser. Mustafa Kemal Paşa’nın her iki geleneği de önemsediği ve tatbik ettiğini söyler uzmanlar. Sonuç itibarıyla, niceliksel üstünlük belirleyiciliğinin veya üstünlük ihtimalinin sonuydu atom bombası. Ve tabii ardından, ileri teknolojik gelişmeler, nükleer güçlerin çoğalması, uzay yarışları, “ikinci dünya savaşı sistemi” ve buna bağlı iki kutuplu dünya, kurulan paktlar ve ittifaklar ve Birleşmiş Milletler “rejimi” falan. Kabaca özet geçiyorum. Teknolojik gelişmeler yaygınlaştıkça ve tabii bilgisayar teknolojisi devreye girince zorunlu askerliğin Avrupalı mucitleri ağır ağır zorunlu askerliği kaldırmaya başladılar veya dönüştürdüler. İkinci dünya savaşı sonrası Avrupa Birliği’nin (NATO’dan bağımsız düşünülmüyor dönem itibarıyla) ve “nükleer güç rejiminin” de etkisi olduğunu ekleyebiliriz. Buna paralel,” insan hakları” konusundaki (BM ve AB) farkındalık ve uluslararası kurumların, uluslararası sivil toplum bilincinin yükselmesi. Ve tabii “Hitler vakası” üzerine yazılan binlerce kitap yapılan milyonlarca inceleme....
Devam edelim. İkinci dünya harbi sonrası savaşlar önce “üçüncü dünyaya” kaydırıldı, farklı ülkeler üzerinden bilek güreşi devam etti. Onun akabine, savaşlar bitti mi iki kutuplu dünya sonlanınca? Bitmedi. Düşük yoğunluklu savaşlar devam ederken, özellikle ara ara çatışmaların sürdüğü veya bizim gibi “ateşkes” olan ateşli veya ateşsiz, kanlı veya kansız “fasariyalar”ın devam ettiği ülkelerde zorunlu askerlik yürürlükte kaldı. Coğrafyamız öyle bir coğrafya. Biz, Türkiye, İsrail, Suriye, adını siz koyun.
Şimdi, burada bir nefes alalım ve dünyanın sekizinci en büyük ordusu tarafından korunmakla övündüğümüz ve Türkiye’nin orantısız (nicel ve nitel) askeri üstünlüğü ile böbürlendiğimiz bu adada, “NATO” uzlaşısının (Türkiye-Yunanistan) güvenlikleri için yeterli olamayabileceğini (1974) düşünen/yaşayan Kıbrıslı Rumlar’ın yaptığı çok önemli manevrayı düşünelim: Avrupa Birliği. Üstelik tek taraflı, üstelik biz uyurken ve CTP olarak sürekli uyandırma alarmı çalarken.
Kaç askerin yürüdüğünün var mı önemi artık? Kaç füzeye sahip olduğunuzun? Hava üstünlüğünüzün? Türkiye Avrupa Birliği ile savaşa girebilir mi peki? Muzaffer ordu, “son savaşın galibi”, 2004 yılında, tam 30 sene sonra büyük bir yenilgi almıştır. Üstelik o dönem asker erkanı bunu görmekten aciz “darbe planları” peşindeyken. (2002 sonrası referandum süreci ve andıçlar). Kaç asker yürümüştür bunlar olurken? Hiç. Kaç füze fırlatılmıştır? Hiç. Duyduklarımız havai fişek sesiydi. Bakın, değişimi anlamamanın ve algılayamamanın nedenleri bunlar. Şimdi bu tarihsel arka plan ile bağlayalım: Türkiye dünyanın sekizinci Avrupa’nın en büyük ordusuna sahip. Ancak İtalya, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin “askeri gücü” karşısında çok geride. Peki bu orduların kaçında zorunlu askerlik var? Mesele budur.
Özetle, zorunlu askerlik varsa bu çağda, o ülkede sorun var demektir. Özellikle “zorunluluk” farklı hizmet alanlarını kapsamıyorsa, orada problem var demektir. Zorunlu askerliği sadece belli bir zaman dilimini askerde geçirmek zorunda kalma süresi olarak algılamak, meseleyi böyle düşünmek, olayın esasını gözden kaçırmak demektir. Zorunlu askerlik bir ideolojidir. Zorunlu askerlik ülkemizde barışın olmadığının en bariz göstergesidir. Sorunlu olduğumuzun en bariz belirtisidir. Konuya pratik/pragmatik açıdan yaklaşan arkadaşlar yani meselenin ideolojik yanını ıskalayanlar, sordukları sorulara yanıt bulamayabilirler. Biz neden askere gidiyoruz? Eski bir Kıbrıslı Rum Bakan’ın yaptığı benzetmedeki gibi Kıbrıs’ın güneyinde dikili her ağaç bir füze olsa ne yazar? Olası bir savaşta kim kimin evini koruyacak? Kim mahalle/köy direnişi yapacak? Piyade savaşı olacak mı? Sokakta piyade yürüyecek mi? Bunların hepsinin yanıtı hayır. Dahası, Kıbrıs’ta olası bir savaş ya dünya savaşıyla mümkündür veya geniş çaplı bir bölgesel savaşla. Sanırım bölgesel savaştan kastettiğim anlaşılmıştır. İsrail’in de içinde olduğu bir savaş. İsrail nükleer bir güç bildiğiniz gibi. Diğer ihtimaldeki “bölgesel” savaş da anlaşılmıştır sanırım? Avrupa Birliği ile savaş. Dolayısıyle, zorunlu askerliğin pratik anlamda ne işe yarayacağını kimse kimseye anlatamaz. Anlatmak için neye başvurulur? Vatan ödevi, bayrak, şehitler. Bu noktada, milleyetçi ideolojinin vatan ödevini farklı biçimde formüle edememesi dahası farklı biçimde tahayyül edememesi sorgulanmalıdır. Zorunlu askerlik bir ideolojidir ve değerlendirme ideoloji olduğu gerçeği üzerinden yapılmalıdır diye düşünüyorum.
Askerlikte sivil hizmet imkanı tanınmalı
SORU: Türkiye’de ve güney Kıbrıs’ta gündeme gelen askerlik süresinin kısaltılması konusunda Kıbrıs’ın kuzeyinde de adım atılması konusunda görüşünüz nedir?
MUTLU AZGIN: Kısaltılmalı, daha da önemlisi farklı alanlarda “sivil hizmet” imkanı tanınmalı. Yerleşik ideoloji böyle bir şey kurgulayabilir mi? Asker-millet ideolojisi bunu düşünebilir mi? Düşünmeli. Genetik Bilim dünyası bu konuda ne der? Her Türk’ün asker doğmayabileceği gerçeğini Jinekolog alemi kabullenebilecek mi? Bunlar zor işler, sandığın kadar basit değil. Oturmuş gazetecilik yapıyorsun, bu işleri kolay sanıyorsun çocuk! Bunlar devlet-memleket işleri, büyük ve ciddi işler.
Tabii Türkiye’de durum çok farklı. Türkiye’de yıllardır düşük yoğuluklu bir iç savaş var. Uzmanlaşma meselesi Türkiye’nin en ciddi gündemi. Eğitimsiz nice erbaşın Doğu ve Güneydoğu’da toprağa verilmiş gencecik bedenleri yatır.
Olayı “bütçe külfeti” açısından değerlendirecek olursak durum daha da vahim. Tabii burada “güvenlik ikilemi” meselesi var. Kasıt şu, Mert silahlanmaktadır (veya ordu sayısını artırmaktadır vb.), dolayısıyle dolaylı veya dolaysız vergilerle yapmaktadır bunu; çünkü Mutlu’nun silahlandığını düşünmektedir veya saldırganlaşabileceğini. Bu bir “ihtimaldir/olasılıktır”. Aynı şekilde Mutlu da Mert’in silahlandığını düşünmektedir . Dolayısıyle, bu sorunun “kısmi çözümü”, hani hep diyoruz, ‘iyi güzel de her şeyi barıştan sonraya erteliyoruz’, işte bu noktada “iki taraflı kısmi çözüm” önerilebilir, zorlanabilir. Tabii bunlar zor işler çünkü kimse “karşı/öteki” tarafla ilgili “kesin güven ve istihbarat” sahibi olamaz. Bu da sözünü ettiğimiz güvenlik ikilemini besler ve “algı” üstünden hareket etme ihtimalini artırır. Mert’in “hareketi” “maddi gerçek” üzerinden değil gerçek olarak “algıladığı” şey üzerinden devam edebilir, keza Mutlu’nun. Bu nedenle “üçüncü” ve “barışçıl” ve tarafların “güvendiği” bir “bağımsız” (bunların tümü tartışmaya açık kavramlardır bu nedenle tırnak içinde belirtilmiştir) kurumun denetimine ihtiyaç duyulabilir. Bunu zorlamalıyız. Başka ne yapılabilir, mesela, askerler sınırda neden nöbet tutarlar? Şu anki ihtiyaç nedir? Kaçakçılık ihtimali veya firar; mahkum veya tutuklu firarı veya cürüm sonrası firar veya siyasi mülteci firarı, insan ticareti, emtia kaçakçılığı vs. “Yeni duruma” göre güncellenmelidir diye düşünüyorum. Ancak bizim gibi ateşkes ortamlarında bu tarz işler “tek-taraflı” olmaz, veya daha zor oluyor maalesef. Bu nedenle “iki-taraflı” çözüm önerileri sunulmalı. Yaratıcı olmalıyız, her iki toplumun hassasiyetlerini anlamaya çalışarak.
Bir de hazır Türkiye gündemine askerliği almışken, lütfen hatırlatınız, bizim memlekette asker aynı zamanda ekonomik bir sorun haline gelmiştir. Belki bunu da gündemlerine alırlar. “Ekonominin sivilleşmesi” yani. Yedikleri içtikleri çoğunlukla ithal, dahası, gümrük maliyeti ve işçi girdisi sorunu olmadan satış yapmaktadırlar. Dünyanın her yerinde “sınır ötesi ordu bulundurmak”, sıcak çatışmaların olmadığı dönemlerde o ülkenin ekonomisine katkı yapar. Mevcudiyetlerini “hafifleten” en önemli unsurdur bu. Adana’da yaşayanlara sorun anlatsınlar.
“Zorunlu para vererek askerlik yapmamak” ise, nasıl olacak bu iş?
Vicdani ret ve profesyonel askerlik konusunda ne düşünüyorsunuz?
MUTLU AZGIN: Hayatın her alanından uzmanlaşma fenomeni yaşanırken, tüm ekonomi-politik bunun üzerinden şekillenirken askerliğin bu etkiden muaf olabileceğini düşünmek ne kadar sağlıklı olur emin değilim. Dolayısıyla evet kanımca uzmanlaşma şart. Uzmanlaşma da uzman asker mevzunu gündeme getirir. Burada dikkat edilmesi gereken daha doğrusu benim önemsediğim paralı askerlik konusunda yapılan “sınıfcılık”tır. İstenilen parayı ödeyemeyen insanlar ne yapacak? Çünkü, uzmanlaşmadan bahsediyorsak bunun bir bütçesi olacak, bu bütçe nerden karşılanacak? Zorunlu askerliği ikame edecek sistem “zorunlu para vererek askerlik yapmamak” ise, nasıl olacak bu iş? Parasızlar ne yapacak? Bu noktada ben tarafım, “parasızlardan” yanayım. “Sınıfsız bir çözüm” bulunmalı.
Vicdani ret, evet. Çok fazla yol katedildi, sıkıcı olmadan, çok kısaca, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği kurumlarında alınan açık ve önemli kararlar var konuyla ilgili. Bunu bir kenara not edelim. Birçok “devlet hukuku”nun da parçası.
Yukarıda meseleyi nasıl okuduk? Ne dedik? Zorunlu askerlik bir ideolojidir dedik. Peki aynı ideolojiye mensup olmayan birey ne yapacak? Neden onun için zorunlu olsun? “Ben farklı bir ideolojiye sahibim ve ait olduğum ideoloji gereği zorunlu askerliği reddediyorum” derse kim ne diyecek? Diyeceğini söyleyeyim: “bunun ideoloji olduğunu da nerden çıkarıyorsun?”. Bal gibi ideolojidir. Özellikle Hitler Almanyası’nın yarattığı travmadan sonra dünyada birçok şey değişmiştir. Verilen emirlere uymak ve emirleri yerine getirmek bir tür bireysel ve grupsal ahlaki “seçim” olduğundan, “eylem sorumluluğu” yalnızca emir verene değil “emir alana” da yüklenmiştir. Buna birinci tür vicdani ret durumu diyebiliriz. Savaş devam ederken dahi birey “ben savaşmıyorum” diyebilir, “ben öldürmek/yaralamak istemiyorum” diyebilir. Bu hakkı var, olmalı. İkincisi, ateşkes ortamında birey ben zorunlu askerliği reddediyorum diyebilir, diyebilmelidir. Niye? Savaş olması gerekiyor mu ille de? Hayır, çünkü zorunlu askerlik bir ideolojidir. Ve bunu reddetme hakkı olmalıdır bireyin, birçok AB ülkesinde olduğu gibi. Türkiye dahi bu konuda “esneme” göstermeye başladı. Çok uzattık. Bunca kabağı tek bir cümle inşaa edebilmek için doğradım aslına bakarsanız: Zorunlu askerlik bir ideolojidir.
Son olarak şunu söyleyerek bitirmek istiyorum, bu konuda oluşturulmaya çalışılan “mahalle baskısı”na karşı. Elimde olmadan bazı insanlara çok öfkeleniyorum, hani ‘askere gitmeden adam, evlenmeden kadın olunmaz’ diyenlere özellikle. Ve onlara hep şu örneği veriyorum: Bre yezitler, koca Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın oğluna mı laf atıyorsunuz? O’nu mu ima ediyorsunuz? Gitmemişse adam olmamış mıdır? Bunlar ayıp şeylerdir, kimse için söylenmemelidir. Eminim Sayın Başbakan bu konuda kendi evladına olduğu kadar diğer insanlara karşı da aynı oranda anlayışlıdır. Özellikle bu konu iç politika malzemesi yapıldığında haklı öfkesi hala gözlerimin önünde. Her ne sebeple olursa olsun askere gitmeyen veya gitmek istemeyen insanlara karşı dışlayıcı olmamalıyız. Nefret kusanları ve hedef gösterenleri “nefret suçları” çerçevesinde değerlendirmeliyiz. Bu bir tercihtir. “Hususi” nedenler olabilir, “sıhhi” nedenler olabilir, “itikadi” nedenler olabilir. Fark göremiyorum.
Fırsat verdiğiniz için çok teşekkürler.
ASKERLİK TARTIŞMASINA HAFTAYA DEVAM EDECEĞİZ…