1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. SEVGİLİ DİLSİZ TANIK*
SEVGİLİ DİLSİZ TANIK*

SEVGİLİ DİLSİZ TANIK*

SEVGİLİ DİLSİZ TANIK*

A+A-

 


Cemay Onalt Müezzin
[email protected]


     “Ağaçlar sessiz tanıkları mıdır dünlerin?
      Kor olur yakar mı geçmiş onları da?
      Acıları kazırlar mı yüreklerine?
      Ve
      İnanırlar mı bir gün gemilerin dönebileceklerine?”

- Nene, ben daş atamam Fındıcığa!
     - Nene, ben da atmak isdemem!
     - Atacagsınız dedim size o gadar! Atmayanı yem ederim Gozcoloz’a! Ben size demedim mi ilk günden bu beytambalı isdemem evde diye, demedim mi?Bağlaycayık gendini harnıba, zırılama isdemem. Hem bu işi başgası duyarsa hapı yuddunuz, yapın hesabınızı!
     - Yapmaylım nene yapmaylım, yapma! Biz severik onu, hem bişey yapmadı ki zavallıcık!
     - Tamam Hüseyin, tamam nenem. Etişir gayrı ağladığın, sen isdemezsan adma; Ergün’ünan Şener atacak. Hem eve gidinca bir avıç kâhıtlı şekercik verecem size. O gırmızılardan... Pakla da gavıracam akşama, isdersanız kafes da yaparım size, gadmer da!
     - Nene, vazgeçelim, hem annem gızacag nere gayboldug diye!
     - Gızacaag? Ben varıkan haddine mi düşdü be size laf söylesin? Tokunamaz bile üsdünüze!

     Garip bir kadındı nenem... Ne zaman onu tanımlamaya kalksam korku, öfke ve sevgi karmakarışık bir yumak olur yüreğimde. Dünyamızı şekillendiren de oydu, isim-lerimizi koyan da, ne içip ne yiyeceğimize karar veren de! Dünyayı tersine çevirecek kadar güçlü, istese güneşi söndürecek kadar hırslı, yıldızlar kadar ulaşılmaz... Biricik oğlunun ve kocasının adını taşıyan ilk torunu Hüseyin abimin üzerine titreyen bir me-lek, Şener’e ve bana yokmuşuz gibi davranan, annemin yaşamınıysa cehenneme çe-viren bir zebani... Kucağı açıktı bir taneciği Hüseyin’e; biz ona olur olmaz zaman sokulamazken... Ona verilecek kağıtlı şekeri vardı hep; biz şeker hayali bile kuramaz-ken...

     En çok ocaklığın başında ahreddiyle yün eğirip bize masal anlatırken, mani söyler-ken akardı ona yüreğim... Filistin’e gelin giden ve yıllarca haber alamadığı iki kız kar-deşine ağlayıp babasına ah ederken döktüğü gözyaşları da acıtmaya başlamıştı bü-yürken yüreğimi... Yoo, “Densizlik yaparsanız Goncoloz’a kemiglerinizi gırdırırım.” diyen neneme değil, Goncoloz’aydı öfkem. Goncoloz masalını yarım yamalak dinler, nenemden korkmasam kulaklarımı kapatabileceğimi geçirirdim içimden... Üstelik aklım hep ertesi güne takılırdı... Yolunu mu şaşırırdı bu Goncoloz ne? Bize değil; ama şüphesiz annemize gelirdi geceleri! Masalın ardından nenemle babam fısıldaşır, biz doğru odaya gönderilirdik. Yorgana gömülsem bile duyardım annemin “Yeter,vurma!” çığlıklarını. Ardından güne yeni morluklarla başlardı güzel annem. Çamaşıra gömülür, sırılsıklam olurdu üstü başı; sudan değil, gözyaşından... Nenemse hiç olmadığı kadar keyifli bir türkü tutturur, Maria teyzeyle gullurigya yapmaya, kahve falından çıkacakları öğrenmeye giderdi. Ne de olsa sırdaşıydı Maria Teyze. Bayramlarda ve paskalarda fırın, nohutlu çörek ve pilavuna ortağı... Kuşkusuz Maria Teyze de Goncoloz masalı anlatırdı geceleri; sık sık annemin morluklarından gelininde de belirirdi.
     Tam 29 yaz geçmiş biz köyden göçeli... 29 kez dönmüş dünya güneşin etrafında... Belki bin kez silmek istedim o görüntüyü beynimden:  Hüseyin 8, Şener 7 ve ben 6 yaşındayız...Önümüzde nenem... Nenemin ipe bağlayıp çekiştirdiği köpeğimiz Fındık.
Köyün, harup tarlalarıyla dolu, yazları harup toplanıp pekmez çıkarılan bölgesi Ballu-ra’ya doğru ilerliyoruz. Bir yandan da bağırıyor nenem:

       - Söyledim ama dinlediniz mi; sonunda yapdı yapacağını uğursuz itiniz!

      -  Nene o bişey yapmadı!

      - Vallahi da billahi da yapmadı nene!

      - Boşuna dövünmeyin, ben gararımı verdim. Bu it bu gün geberecek, birceğez harnıp bulacayım onu gömeyim!


29 yıl sonra köye ilerlerken unutamadığım görüntü ve o dilsiz tanığın haykırışları daha da canlanıyor beynimde... Ne evimi, ne anne ve babamın malını mülkünü gör-meye geldim ben bu köye... Geçmişle hesaplaşmaya, içimi bir yaz gününde kara kışa çeviren o güne lanet okumaya... Bu yüzden çağırdı geçmiş beni Pendakomo’ya... 

Bir telaş herkeste... Komşularla sarılıp ağlaşmalar, kimlerin hayatta olduğuna, çocukların büyüdüğüne, her şeyin değiştiğine; ama iki tarafın da suçsuz olduğuna, başkalarının çarkları çevirip halkı dişliler arasında ezdiğine, duvarın ardında bunca yıl neler yaşan-dığına dair bitmek bilmeyen sohbetler... Ben Ballura’ya gitmeliyim. Hâlâ yaşıyorsa diz çömelmeliyim o sessiz tanığın önünde, akıtmalıyım yüreğimin zehirini...

- Nene ne suçu var, acırım ben ona!

        - Daşı atacan dedim Ergün! O tavıglarımızı  yerkan eyiydi!

        - Daha çok tavuğumuz var nene. Hem ne bilirik onun yapdığını?

        - Ben onu bunu bilmem, bağlayın itinizi harnıba! Addığınız daş gadar şeker size! Hem başga köpek mi yog be? Ananız arasın, arasın da bulsun şimdi Fındık denen itini!

        - Nene o annemizin değil ya, bizimdir!

        - Ben garışmam, yüz verdi ananız, yedi tavıgları bize!


        Bir isim vermek gerekirse çocukluğuma yokluğun en dipsizi derim. Ne action man, ne örümcek adam... Lingiri, tekerlek cirileme ve hep yütüldüğüm pirililer... Ne-nem babama govlamadıysa griydi günler, yok dayak yemişsem siyahlık bulaşırdı güne... İlk kez o gün, Gosda Dayı’nın köpeğinin gulilerinden eve getirdiğim gün, beyaz oldu günlerim... Annem de çok sevdi Fındıcığı... Nenemin tüm itirazlarına ilk kez babam da ses etmedi. Fındık ocaklığın önündeki yerini aldı ve dinlenmez oldu nenemin “Goncolozlu, padişah gızlı, zümrüdü ankalı, devli” masalları... Daha ilk geceden gördüm nenemin gözlerindeki nefreti! Annemin gözlerindeki ışıltı, nenemin gözlerine öfke düşürdü sanki. “Besleneceg bir boğaz daha ha? Ananız yüz verir sizezaten!” Hep eksik yedik yemeğimizi. Varsın iki kaşık eksik olsundu nohut, kuru fasul-ye! Bir dilim eksik olsundu darı unlu ekmek!


- Vazgeçenin ellerini gırarım! Atın daha çok atın!


        Nenem bağırdıkça attık Şener’le taşı, biz attıkça daha da coştu nenem. Daha coşkulu atar oldu taşları... Soluğu kesilene dek zavallının, harnıbın kökü kana bulana dek... Harnıbın sessiz çığlıkları dinene dek... Gerisi nenemin açtığı çukur, çukura gömülen Fındık ve birer avuç kırmızı kağıtlı şeker...
        Daha ilk şekerde Fındık’la birlikte öldü çocukluğum, harnıp da öldü... Daha ilk şekerde, kıpkırmızıya boyandı ağzım, zehirlendi yüreğim. Şekeri yedim, şeker de beni yedi sanki... Şekeri yuttum, şeker de beni yuttu sanki... Bir tek sen tanık oldun sevgili harnıp, sevgili dilsiz tanık acımıza... Hâlâ anlam veremiyorlar köyün en verimli harnıbının yıllardır ürün vermeyişine... Bense her şeyi biliyorum... Sonunda karşın-dayım işte, diz çöküyorum önünde ve özür diliyorum senden. Pendagomo mezarlı-ğında yatan nenem adına, Şener adına... Bir köşede hıçkırarak bizi izleyen ve hiç taş atmayan Hüseyin adına... Biliyor musun, o günden sonra uzun ömürlü bir köpeğim olmadı benim. Ne zaman bir köpek edinsem kendime, ya anlamsızca kayboldu, ya kaldı bir tekerleğin altında. Şener’se sürekli köpek aldı durdu. Hüseyin kapısından içeri sokmadı köpekleri... Yalvarırım bağışla bizi... Şekerle zehirlenen çocukluğum adına…

        Köyden dönerken bir şarkı kasette... “Ola ki günün birinde gemiler döner geriye... Yolcular aynı yolcular ve biz aynı sahilde...”
        Her şeyden eminim artık, gemiler dönebilirmiş geriye. Yolcular da sahil de aynı kalabiliyormuş.


        “Ağaçlar sessiz tanıklarıdır dünlerin.
         Kor olur yakar geçmiş onları da,
         Bir kez acıları kazırlar yüreklerine...
         Ve inanırlar bir gün gemilerin geri dönebileceklerine...”

 

* 2006’da Kıbrıs Türk Sanatçı ve Yazarlar Birliği Başkanı ve Kıbrıs Yazarlar Birliği'nin düzenlediği iki toplumlu öykü yarışmasında birincilik ödülü almıştır.

Bu haber toplam 2628 defa okunmuştur
Gaile 384. Sayısı

Gaile 384. Sayısı