Sevmek...
Sevmek...
Seda Argün
[email protected]
Her şey sevmekle, bir insanı sevmekle başlar diye ne güzel demiştir Sait Faik. Hayatımızın daha ilk gününde başlıyoruz bir şeyleri sevmeye sonra da büyüyoruz, sevgiyi büyütüyoruz, abartıyoruz bir de bakıyoruz ki çökmüşüz. Belki de her şey dengeli sevmek ile başlar.
Şanslıysanız güzel seversiniz, sevilirsiniz. Her şeyi yozlaştırdığımızdan şikayet ederken aslında sevgisizlik içerisinde boğulup gidiyoruz. Tamam, sevgiler ve sevmeler yozlaştı ama bunun için ne yapıyoruz? Aynayı kendimize çevirmeden sadece bekliyoruz. Sevmek için birini, sevince sevilmeyi, korunmayı, bağlanmayı, kucaklanmayı, özlenmeyi ve bu daha uzar gider. Yalnız dikkat etmemiz gereken bir nokta var ki o da biz acaba çok bencilce mi seviyoruz birilerini?
İlişkilerin en başında masaya kartlar açılıyor ve sevgi balonları uçmaya başlıyor. Günden güne kalpte kasılmalar, midede kelebekler, avuçta terlemeler, dilde dolanmalar yaratan ilk sevgi yerini bir ‘bencillik’ dalgasına bırakıyor. En azından günümüzde yaşanan bir çok ilişkide böyle olduğunu gözlemliyoruz. Bencillik adına peşinden koşulan duygularla beklentilerimizi elimize alıyor karşımızdakine yuvarlıyoruz. Tıpkı bir kar topu etkisi gibi büyür giderken beklentilerimiz, sevgimizi geride bırakıp inat ve bencillik ile elde etmeye çalıştığımız duygular arasında kayboluyoruz.
İlişkiler temelinde gerçekten bu denli bencil olan bireyler aslında kendilerinden kaçarak belki de sürekli bencilliğin arkasına saklanıyor. Aynayı kendine çevirmekten uzak ve korkan bireylerle dolu topluyor günden güne sevgisizliğe itiliyor. Kendini sevmeyen insanlardan başkasını nasıl sevmesini bekleyebiliriz ki?
İlişki içerisinde sürekli bir şey beklemek ile yanlış durakta durup da asla gelmeyecek bir otobüsü beklemenin aynı şey olduğunu kavramamız gerekiyor. Var olan duyguların keyfini çıkarıp aslında minik şeylerle mutlu olmaktan uzaklaşıyoruz. Bir şeyi istemenin sonu olmadığının farkına varmadıkça, sevgiyi sevgisizliğe itip arkasından bakakalıyoruz. Nerede yanlış yaptım sorgulamasını sonradan yapmaktansa durup ilişkilerimizde neleri baltalıyoruz diye sorgulamıyoruz bile.
İşin toplumsal düzeyi de bireysel yansımanın bir bütünüdür. Toplumun üyeleri olarak kendimizi sevmeden, yaptığımız işi sevmeden, hayattan şikayet ederek, belki de hayatımızdaki güzel şeyleri heba ederek yaşarken toplum üzerine kara bulutları topluyoruz. Mutsuz toplumların geleceğinin ne kadar parlak olup olmayacağı tartışma bile kaldırmayacak kadar net olduğundan dolayı özelden genele bir yaklaşım geliştirerek neler yapabileceğimize bakmamız lazım.
En büyük sorun bu noktada karşılaştırma yapmak. Evin içinden başlayan ve toplumlar arasında kendini gösteren karşılaştırma insanların kendini geliştirip kendisinde sevip yapabileceği şeylerden uzaklaşmasına kadar uzanmaktadır. Genel geçer bazı normlar karşılaştırılması gerekirken (toplumsal diyalog, saygı, hoş görü vs.), insanların kendilerini, aileleri, davranışlarını ve hatta ilişkilerindeki sevgiyi dahi karşılaştırmaları her bir birimin kendini yüceltip daha iyiye ulaşmasına değil de daha çok dibe vurmasına yol açacaktır.
İlişkilerde doğrular veya doğru ilişki. Böyle bir tanım var ise de doğruluğu tartışılmalıdır. Belirli kalıplar içerisinde yaşamı devam ettirmek bir insanın kendine ve genel anlamda toplumuna yapabileceği en büyük kötülüklerden bir tanesidir. Sevgi ve saygı temelinde kurulan her ilişki, her bağ doğrudur. Kendi doğrularımızı kendi sevgimiz temelinde oturttuktan sonra yanlış diye bir şeyin olmadığını görmek mümkün olacaktır. Tolstoy’un en güzel sözlerinden biri de tam bunu anlatıyor: “Nasıl kafa sayısı kadar düşünce varsa, kalp sayısı kadar da aşk çeşidi vardır”. Hayat herkes için farklı çalışmaktadır. Kategoriler yapmaya çalışmak, her şeyi kılıf aramaktan başka bir şey olmamaktadır.
Kimse başka birinin hayatının merkezi olamaz, olmamalıdır. Birine bağlanmak, sevgi silahını kullanarak bağlanmak sevginin baş düşmanlarından bir tanesidir. Birini sevip, sevdiğine karşı bağlı olmak ile bağımlı olmanın altının çizilmesi gerekmektedir. Bağımlı kelimesi başlı başına her bağlamda çok da güzel anlamlar barındırmamakta ve birine bağımlı olmak bu kötü anlamlar içerisinde hemen öne çıkmaktadır. İki insanın bir birinin hayatında olmayı başarması kişilerin bireysel olarak yaşadıkları hayat ‘gaileleri’ içerisinde çok zor olarak görünse de birinin hayatına ilişmek bağımlı olup sanki ona sırtını dayamaktan daha mantıklı olacaktır.
Sevgi hırpalamak değil birinin mutluluğu olmaktır. Sevgi içerisinde korkuları, çaresizlikleri kimi zaman da yalnızlığı barındırsa da önemli olan bu zorluklardan neler çıkarılabilir ona bakılmalıdır. Bireysel olarak kendimizi severek yola çıkmalıyız. Kendi duruşumuz ve gücümüz ile dik durarak karşımıza çıkacak sevgileri kucaklamalıyız, aksi takdirde yalnızlık kaçınılmaz olacaktır. Yalnızlıkta korkulacak bir şey olmamasına karşın birinin sevgisini hissetmek daha iyi hissettirir. Her zaman için birinin varlığını bilmek iyileştirir, korur, yüze gülümseme kondurur.
Sevgi dediğimiz tabii ki sadece ikili ilişkilerde yaşadığımız sevgi değildir. Sokağa çıktığımıza gülümseyen yüzler olmadığını görmek, toplum içerisinde sevgi kotasının aşağılara indiğini gösteriyor. Örneğin, işimi yaparken mesleğime duyduğum sevgi, aileme olan sevgi, kalbimin tam da ortasında köklerini salan sevgiye duyduğum sevgi, beni ben yapanlara duyduğum sevgi. Hepsi birleşip de mutluluğu bir araya getiriyor. Pollyanna gibi her şeyin de olumlu tarafını görüp, pembe panjurlu evimizde etrafımıza gülücükler saçtığımız bir dönemde yaşamadığımız aşikar ama bu durumun bizleri mutsuz edip yüzümüzden o sevgi ifadesini de silmesine izin vermemeliyiz.
Ruhlarımız yeterince savaşırken, kalplerimiz meydan muharebelerine girmese de olur. Bir insanın kendine yapabileceğini en büyük iyilik işe kendinden başlayarak sevgi üretmesi olacaktır. Bir şekilde bu sevgiyi aktarmayı öğrenmeli sonra da arkasına yaslanıp sevgi ile nelerin güzelleşebileceğini izlemelidir. Sevgiler büyütmeliyiz, yaymalıyız. Sevgi bulaşıcıdır, sevmek de. Birini ve bir şeyi sevmenin insanın içinde bir noktayı titrettiğini düşünürsek, herkesin kendini ve çevresindekileri sevmeye başlaması ile olabilecekler tartışmasızdır. Bireysel kavgalar, kıskançlık, hırs, bencillik ve beklentilerin günümüz ilişkilerinin bir çoğunda anahtar kelimeler olduğu aşikar. Bunun değişip artık mutlulukların peşinde gitmeliyiz. Kırık kalpler ancak güçlü bir sevgiyle kendini onarır. Unutmayın ki siz saksıdaki bitkinizi ancak sever de onu sularsanız çiçek açacaktır. Beklentiler peşinde koşarak anı kaybetmeyin. Topluma kulak tıkamak kulağa her ne kadar çok sert gibi duyulsa da toplumun dayattığı ilişki türleri, sevme yöntemlerini kulak ardı edip sevmeye devam etmeliyiz. Sevdikçe değişecek, değiştikçe mutluluğu keşfedecek ve ilişkide karşılıklı birbirimizi beslemeyi öğreneceğiz.
Toplum olarak ise, kendi içimizde ekeceğimiz sevgi tohumu ile ülkemizi nasıl seveceğimizi bulup onun üstünden faydalar çıkartmalıyız. Ne olursa olsun adımlar atılıp sevgi ile desteklenmezse bundan 100 yıl sonra yine aynı sorunlara aynı şekilde dalaşarak yanıt arayan insanlar olduğunu göreceğiz. Bencillik ve kıskançlık ile beslenen hırs ile yapılmaya çalışılan her bir eylem bize ve toplumumuza balta vurmaya devam edecektir. Yarın arkamıza dönüp de keşkeler biriktirmemek için sevmeyi öğrenmemiz lazım. Hep diyoruz ya hayat çok kısa; o kısa hayatta bencilce değil de kucaklayarak sevmeliyiz. Toplum içerisinde farklı olan hep itilmeye mecburmuş gibi düşünülse de bunun ne denli yanlış olduğu farklılıkların güzel olduğunu görmemiz ile geçerliliğini kaybediyor. İnsanlar konuşur, herkesin her konuda bir fikri vardır, varsın olsun siz birinin gökyüzünde parlayan sevgi yıldızı olun.