“Sıcak” Milliyetçilikler Zamanı
Geçtiğimiz günlerde Trodos’ta ormanlar cayır cayır yandı. Adanın kuzeyinde ve güneyinde alevlenen önceki yangınlarda olduğu gibi, iki toplumun temsilcileri yangına birlikte müdahale etmenin ortak dilini bulamadı.
Aslında ülkemiz sadece ara sıra yangına kapılmıyor. Ateşe düşeli On yıllar olmuştur ve yarım asırdan beri de yanıp duruyoruz. Fakat hiçbir yangını söndüremiyor, hiçbir ateşi küle döndüremiyoruz. İçimizdeki alevler, dışımızdakiler gibi, dil boyu...
Buna rağmen dilsiz kalıyoruz, çünkü konuştuğumuz tek dil milliyetçiliğin dilidir. Bu “dili” Mahmut Anayasa sosyal medyada İngilizce olarak aşağıdaki gibi özetledi:
“Do you speak Greek or Turkish Mr. Old Pine...???
Do you go to mosque or church every Sunday...???
Which nationality are you? Turkish or Greek...???
Tell me Mr. Old Pine, who killed you? TMT or EOKA...???
How important is who is going to pray for you, Imam or Priest...???
When your brothers were burning in Beşparmak, our politicians said "No" to your help offer...
Now you are dying in Trodos and your politicians say "No"...
Mahmut Anayasa, yanan yaşlı çam ağacına soruyor: “Türkçe mi konuşuyorsun, Grekçe mi? Camiye mi gidiyorsun, kiliseye mi? Hangi etnik gruba aitsin, Türk mu Rum mu? Seni TMT mi öldürdü, EOKA mı? Senin için bir önemi var mı, İmamın veya Papazın dua etmesinin? Beşparmaklarda kardeşlerin yanarken bizim siyasetçilerimiz ‘hayır’ dediler yardım önerine. Şimdi sen Trodos’ta ölürken sizin siyasetçileriniz ‘hayır’ diyor yardım önerisine.”
Yıllar önce, 1960’lı yıllarda yaşanan etnik çatışmalar esnasında, şair Pantelis Mihanikos da benzer “sorular” soruyordu. “Ölü Bir Türk Çocuğuna Ağıt” başlıklı şiirinde şair şöyle diyordu:
“İnsanın türküsünü mırıldanan bu ovada
Ölü bir Türk çocuğu yatıyor.
Acıdan büzülmüş bir yüz,
Acı içinde kıvranan kakma işi genç bir maske
Sonsuzluğa karışmış soruyor,
Baharın panayırında yerimiz gerçekten bu kadar mı dar?
Soruyor,
Papatya halklarında etnik gruplar var mı?
Soruyor,
Yeşil çayır hangi etnik gruba ait?”
Evet, bizim uzun yıllardan beri konuştuğumuz dil budur. Her şeyi; yaşamı ve ölümü, felaketi ve başarıyı etnik gözlüklerle okuyoruz. “Egemenlik” kavgası yapıyoruz ve yaptıkça daha fazla yanıyor, daha fazla batıyoruz. Durmadan ne çok “korktuğumuzu” söylüyoruz, korku bir meziyetmiş gibi... “Rumlardan korkuyoruz, Türkiye’den korkuyoruz” ve korkularımızla oynayan siyaset erbabına iktidar merdivenlerini tırmanma imkanı sunuyoruz.
Geçtiğimiz günlerde sıcak milliyetçiliğin diğer bir yangın yeri Birleşik Krallık ve haliyle Avrupa Birliği oldu. Boris Johnson adlı iktidar tutkunu bir demagog, “egemenlik” diyerek Birleşik Krallığı Avrupa Birliği’nden ayırdı. Ülke şimdi parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya.
Johnson hangi dili konuşuyor? Bizim siyasetçilerimizin her gün konuştuğu dili!
Karşılıklı bağımlılıklarla örülmüş bir sosyal ortamda “ayrı egemenlik” istiyor, AB’nin federasyona evirildiğini ileri sürüyor ve buna karşı çıkıyor. Yetkilerini “egemence” kullanmak istiyor. Birleşik Krallığın sınırlarını kendi kontrolü altında olmasını istiyor ve “içimize yabancıların gelmesini istemiyoruz” diyor. Mozaik bir ülkenin halkının “yabancılardan korkması” gerektiği gibi absürt bir laf ediyor ve yarattığı korkuyu oya dönüştürüyor. Korkuya kapılan/kaptırılan yurttaşlar peşine düşüyor.
Bütün bunlar bize hiç yabancı değil. Bu ülkede her gün kullandığımız dildir bu. Korkunun milliyetçiliğe çevrildiği ve milliyetçiliğin korkuyu manipüle ettiği bu çanak gibi ortasından ikiye bölünen ülkede, korkularımız umutlarımızdan daha büyüktür.
Ve korkunun hüküm sürdüğü yerde yangın söndürmek bir yana, yeni yangınlar kaçınılmazdır...