1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Şiddetin Felsefesi
Şiddetin Felsefesi

Şiddetin Felsefesi

Öyle ki görebilen için şiddet, emir veren ebeveynin sesinde, eşin kıskançlığında, öğretmenin çatık kaşında, patronun emek sömürüsünde, devletin yurttaşını yok sayan uygulamasında, evcilleştirilen hayvanın sahiplenilmesinde kendini görünür kılmaktadır.

A+A-

Nügen Derman Duru

[email protected]

“Acı gerçek şudur ki çoğu kötülük, iyi veya kötü olma konusunda asla bir seçim yapmamış insanlar tarafından yapılır.”  Hannah Arendt

İnsan, algıladıklarını, deneyimlediklerini, hissettiklerini soyutlayarak kavramlara dönüştürür ve onları dil ile ifade eder. Ardından döner, bu kavramların anlamı üzerinde düşünür. Algılayan ve düşünen bir varlık olarak insanın yaşamı ve kavramlara yüklediği anlam hep birbiriyle iç içedir.  Kavramların anlamı üzerinde düşünmek demek, aynı zamanda insan yaşamı üzerinde düşünmek demektir. Yaşam dinamiktir, sürekli değişir; buna bağlı olarak kavramların anlamları da değişir, genişler. Yaşamın dinamizmi, kullanılan kavramların gözden geçirilmesini ve eleştirilmesini de şart koşar.  Dolayısıyla, olguları ifade ettiği varsayılan kavramlar için geliştirilen felsefi bakış açılarına ihtiyacımız vardır.  Yaşamı, tüm etkenleri ile bütün halinde görmeyi sağlayacak düşünsel temeli ancak bu sayede elde edebiliriz.

Kendini varlıkların, eylemlerin ve kavramların anlamları üzerine düşünmeye adayan felsefenin, insanlık tarihinin en büyük sorunlarından olan “şiddet”i, üzerinde düşünmeye değer görmemesi, onun özüne ters düşecektir. Böylesi bir entelektüel çaba noksanlığı, insanlığı şiddet de dahil pek çok dünyevi sorunun kör derinliklerinde kaybolmaya itecektir. Şiddetle mücadele etmek, etik temelli bir eğitim zemini oluşturabilmek ve yıkıcı etkisini azaltmak için, öncelikle “şiddet” üzerine kafa yormayı gerektirir. Felsefe böylesi bir işlevi üstlenerek, şiddetin anlamına, kökenlerine, dinamiklerine ve zaman içerisinde aldığı biçimlere odaklanarak, bize eleştirel bir bakış açısı sunar. 

 

Şiddeti Tanımlamak

Şiddet kavramının felsefi açıdan ele alınması ve tanımlanması, onun anlaşılması ve şiddete ilişkin olarak sorulabilecek ardıl soruların da ilk adımıdır. Farklı dalları ilgilendiren karmaşık bir olgu olarak şiddeti düşünce tarihi boyunca farklı filozoflar da ele aldılar. Ne anlama geldiğini, meşruluğunu, haklı bir nedene dayandırılıp dayandırılamayacağını sorguladılar. Ancak ben bu yazıda,  ardıl sorular üzerinde durmak yerine, kısaca şiddet kavramının felsefede çağlara göre değişen anlamı, farklı filozofların bu kavrama yaklaşımı ve çağımız filozoflarının şiddet kavramına ilişkin eleştirel bakış açıları üzerinde duracağım. Filozofların görüşlerindeki çeşitliliği göz ardı etmeden, şiddet sözcüğünün etimolojisinden hareketle “şiddet nedir?” sorusunun ardına düşerek, ilkçağdan günümüze filozofların konuya ilişkin görüşlerine odaklanacağım.

Arapça’dan Türkçe’ye geçen şiddet sözcüğü,  “peklik, sertlik, sıkılık anlamlarına” gelir. Latince’de violentus ve violare’den gelir ve  “cebri, kuvvetli, hiddetli, sert, zorlu, taşkın” anlamlarındadır.  İnsanın kuvvetini bilerek isteyerek, yıkıcı, yok edici amaçlar uğruna kullanması şiddettir. Ancak her kuvvet kullanma şiddet olarak değerlendirilmez. Diğer bir deyişle, kuvvetin kötü sonuçlar doğuracak şekilde kullanılmasıdır. Bu nedenle, bir insanı yaralamak, öldürmek için kullanılan kuvvet  şiddet iken, göçük altında kalan bir insanı kurtarmak için kullanılan kuvvet şiddet değildir. Ancak, kuvvet kullanmadan da örneğin zehirli gaz kullanarak bir insanı öldürmede olduğu gibi şiddet uygulanabilir.

Bilim, evrenin oluşumunda büyük patlamadan söz eder.  Doğa olaylarının, depremin, yağmurun, rüzgarın, gücünü şiddet  ile ölçeriz. Evrende ve doğada bir kendiliğinden şiddet vardır (kozmik şiddet). Doğada meydana gelen olaylar, insana verdiği zarar sonucunda, yarattığı acı nedeniyle şiddet sayılırlar. Diğer yandan, şiddetin  bir yaşantı olduğu ve insanın içinde yaşadığı  savı vardır. Bu noktada insanın birikimi, inançları, yaşantıları temelinde şiddete yüklediği anlam yer alır. Ahmet İnam, bu tür şiddetin içinde hoşgörüsüzlük, öfke, saldırganlık ve hınç barındırdığını söyler. Kadına yönelik şiddet, aile içi şiddet buna örnek gösterilebilir.(1)

Jamil Salmi’ye göre şiddet, bir insan hakkının ihlalini oluşturan ya da insanın temel bir ihtiyacının karşılanmasını engelleyen, önlenebilir bir eylemdir. (2) Salmi’nin bakış açısı ile baktığımız zaman, hak ihlali niteliğindeki şiddetin büyüklüğünü ve yaygınlığını, bugün göçe zorlanan, açlık ve sefalet içindeki insanların istatistikleri destekler niteliktedir. Belki de bu nedenledir ki Erich Fromm, “İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri” adlı eserinde, insanı bir kitle katliamcısı ve sadist olan tek memeli hayvan olarak tanımlamaktadır. Hatta yıkıcı saldırganlık olarak adlandırdığı saldırganlık türünün, herhangi bir gerekçesi olmaksızın kendi başına haz verici bir amaç olarak gerçekleştirilen öldürme ve acı verme eğilimi taşıdığını ileri sürer. (3)

Bugün şiddetle mücadele etmede çaba gösteren uluslararası örgütler ve sivil toplum örgütleri, tanımlarını oluştururken, felsefenin sunduğu teorik zeminden yararlanır.  Nitekim, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), felsefenin kavramlar üzerinde yaptığı eleştirilerden hareketle şiddeti, “kişinin kendisine, başka bir kişiye ya da bir grup veya topluluğa karşı, yaralanma, ölüm, psikolojik zarar, gelişme geriliği veya mahrumiyetle sonuçlanabilen, fiziksel kuvvet veya iktidarın kasıtlı bir biçimde fiili veya bir tehdit unsuru olarak kullanımı” (4) şeklinde geniş bir şekilde tanımlar.

Şiddeti Olumlamak veya Olumsuzlamak

Düşünce tarihi boyunca kimi düşünürlerin şiddeti olumladıklarını (Hobbes, Hegel, Nietzsche, Stirner), kimilerininse (Kant, Russeau, Locke, Gandhi) olumsuzladıklarını görürüz. Şiddeti olumlayanlara göre, insan doğası gereği rekabetçi, vahşi ve güç peşindedir. Doğal seçilim ve güç, insan ilişkilerinin temel ilkesidir. Güçlü olanlar zayıf olanları kontrol etme hakkına sahiptir. Toplumda düzenin ve hiyerarşinin sağlanması için şiddet gerektiğinde kullanılmalıdır. Şiddeti insan doğasının bir parçası olarak gören bu argümanlar, şiddeti olumlayan görüşler olarak karşımıza çıkar. Örneğin, Thomas Hobbes, insanın güç elde etme eğiliminde olduğunu, ölüm korkusu nedeniyle de birlikte yaşamı seçtiğini, devleti de güvenlik, koruma ve yarar amacıyla kurduğunu söyler.  Ona göre devletin şiddet kullanmasının amacı, doğa durumundaki şiddet tehdidinin ortadan kaldırılması ve bireysel hakların korunmasıdır. W.F. Hegel, şiddeti varlığın temel yapısı olarak görür. İnsanın kendini başkasına kabul ettirmesi çatışma ile mümkündür. Birey ancak bu yolla özgürleşerek kendi olur.

Şiddeti olumsuzlayanlar ise, insan doğasının temelde işbirliğine yatkınlığını savunurlar. İnsan onurunu zedelemesi, temel insan hakları olan yaşama, güvenlik ve özgürlüğü tehlikeye atması, ahlaki değerleri yerle bir etmesi nedeniyle şiddeti, zararlı ve yıkıcı bulurlar. Bu nedenle insanın sorunları çözmede barışçıl yöntemleri tercih etmesi gerektiğini ileri sürerler. Örneğin, J.J. Rousseau şiddetin insan kaynaklı olduğunu, toplumun insanı köleleştirdiğini dikkatimize getirir. Kant ise insanın, aklı kullanarak oluşturacağı ahlaki yasalarla evrensel bir barışa ulaşabileceğini savunur. Gandhi, şiddet yerine sevgi, barış ve pasif direnişle sosyal değişimin sağlanabileceğini söyler.

 

Şiddet Kavramının Tarihsel Yolculuğu

Toplumsal ve ekonomik belirsizlikler, siyasi istikrarsızlıklar, kültürel değişimler, teknolojik gelişmeler, toplumsal değer ve normlar şiddetin ortaya çıkışını, artmasını ve meşru görülmesini etkiler. Bu nedenle, şiddet kavramının anlamı da çağın koşullarına göre farklılaşır. Nitekim, İlk Çağ’da şiddetin meşruluğu ve sınırları üzerinde farklı görüşler ortaya konur, savaşlar ve kölelik gibi olgular doğal, Orta Çağ’da ise sorunları çözebilecek meşru bir araç olarak görülür. Rönesans ve Aydınlanma ile birlikte, insan hakları, özgürlük, adalet gibi kavramlar ön plana çıkar. Locke, Rousseau gibi filozoflar, şiddeti sınırlamak ve adaleti sağlamada devletin gerekliliğine değinirler. Descartes ile (17.yy)  başladığı kabul edilen Modern Çağ,  aklı ön plana çıkarması, bilgi, gerçeklik, doğa, bilinç  ve insanın konumu gibi temel konuları akla dayalı  şüpheci bir metodla ele almaya başlaması ile bilinir. Ancak zamanla, akla duyulan bu güven de zedelenir. Çünkü akıl insanlığı teknik olarak geliştirirken, bir yandan da sosyal ve psikolojik şiddete ortam hazırlar. Özellikle yirminci yüzyılda yaşanan dünya savaşları, soykırımlar, bu yöndeki görüşlerin temel dayanağı olur.

 

Şiddet Kavramına İlişkin Yeni Bir Anlayış

Modernizmin karşısında yer alan ve postmodern düşünce olarak da adlandırılan yeni bir yaklaşım ile şiddetin sıradan, bildik anlamı da sorgulanmaya ve genişlemeye başlar.  Örneğin, Baudillard, Chul Han gibi düşünürler küresel medyanın, dijitalleşmenin yeni bir şiddet türü yarattığına odaklanırlar. Yeni anlayış, dünyanın bilgisinin nesnel ölçüler içinde ortaya koyulamayacağını ileri sürer. İlkçağın Sofist filozoflarında gördüğümüz, bilgi ve değerleri göreceli kabul eden anlayışa paralel bir ‘gerçek’ anlayışı oluşur.  Levinas ve Derrida, başkalık ve fark düşüncesi ile şiddet sorununu ilişkilendirerek birçok düşünüre ilham olurlar.

Derrida, modernizmin değişime ve farklılığa yer vermeyen, tek gerçeklik odaklı geleneğine  karşı çıkar. Ona göre, ikili karşıtlıklarda (iyi-kötü, doğru -yanlış, söz-yazı, erkek-kadın) bir kavram ön plana çıkar (örneğin iyi kötüye göre, erkek kadına göre öne çıkar), diğer kavram değersizleşir hatta tehlikeli bulunur. Ona göre şiddeti ortaya çıkaran da yapıların “üstünlük” üzerine kurulmasıdır. (5) Diğer yandan Hannah Arendt, kötülüğün sıradanlığına dikkat çeker. Normal diye nitelenen insanlardan oluşan kitlelerin iyiyle kötü arasında ayırım yapamamaktan ve yargı yoksunluğundan dolayı kolaylıkla şiddete başvurabileceklerini söyler. İkinci Dünya Savaşı Nazi suçlusu olarak İsrail’de yargılanan Adolf Eichmann’ın duruşmalarını izleyip raporlaştırdıktan sonra Hannah Arendt’in dikkatimize getirdiği şey şudur: Sıradan insanlar olarak bizlerde her an çeşitli gerekçelerle (vatan sevgisi, meslek gereği vb.) meşru kılınmayı bekleyen bir kötülük mevcuttur. Kötülüğü, zorbalığı ve şiddeti normalleştirmek ya da sıradanlaştırmak için canavar ya da psikopat olmaya gerek yoktur. Sıradan insanlar, seçim yaparken muhakeme yapmadan, vicdanı yok sayarak, otorite olarak kabul ettikleri kişi ve makamlara göre karar alırlar.  Ona göre, Yahudi soykırımında yer alan insanlar, sadist ya da psikopat değillerdi. Sadece emirleri sorgulamadan yerine getiren sıradan insanlardı. (6) Arendt’in tespitinde haklı olup olmadığı konusunu dilediğimiz kadar tartışmaya açabiliriz. Nihayetinde, yaşam dediğimiz doğumla ölümümüz arasındaki sürede sanırım her birimiz onun bu savını destekleyecek en az bir deneyime sahibiz.

 

Şiddet, içinde hoşgörüsüzlük, öfke, kin barındıran bireysel ve kitlesel davranış biçimidir. Kimi zaman ani ve tepkisel bir patlamayla (ayırımcılık, ötekileştirme, zorbalık), kimi zaman da gayet sistematik olarak (savaşlar, soykırımlar) kendini gösterir. İnsan bedenine ve onuruna yönelik şiddet, farklı araç ve mekanizmalarla devreye girer. Nitekim Walter Benjamin ‘Şiddetin Eleştirisi’ adlı eserinde şiddet ve hukuk arasındaki karşılıklı ilişkiyi ele alırken, şiddetin hukuku kuran ve koruyan bir araç olduğuna yönelik ciddi bir eleştiri ile karşımıza çıkar.

Şiddeti tanımlamak ve anlamak sanıldığı kadar kolay değildir. Tüm bu farklı yaklaşımlar aslında bir anlamda bu zorluğun bir kanıtı gibidir. Meşru olduğu veya olmadığı varsayılan birçok şeye alet edilmesi, sosyal, ekonomik, siyasal vb. nedenlere bağlı olması, onu gündemde tutmak ve tekrar incelemek için bize yeter derecede neden vermektedir.  Özellikle çağımızda tanıklığını yaptığımız farklı türden şiddet ya da kötülük biçimleri bilim insanlarının, hukukçuların ve filozofların işini zorlaştırmaktadır. Bu zorluğun üstesinden gelmenin yolu, öncelikle kavramın sürekli eleştiri odağında bulundurulması, sürekli sorgulanmaya tabii kılınmasıdır.

Bugün, dünyanın her yerinde şiddetin her türlüsü ne yazık ki devam etmektedir. En bildik şekliyle, tankla, silahla, füzeyle karşımızda; ancak çoğu zaman hayatımıza kılık değiştirerek sızmaktadır. Tüm bu bilgi birikimiyle baktığımızda baskı, sindirme, ezme şeklindeki şiddetin, aile ve eğitim kurumlarından iş yerlerine kadar birçok alandaki varlığını yadsımak mümkün olmamaktadır. Öyle ki görebilen için şiddet, emir veren ebeveynin sesinde, eşin kıskançlığında, öğretmenin çatık kaşında,  patronun emek sömürüsünde, devletin yurttaşını yok sayan uygulamasında, hatta ve hatta evcilleştirilen hayvanın sahiplenilmesinde kendini görünür kılmaktadır. Şiddet, doğada, evde, okulda, sinemada, parkta, trafikte, iş yerinde; hep bir gerginlik haliyle, sınırsız, mekansız, zamansız bir şekilde, kimi zaman da insan hakları, özgürlük ve demokrasi kılığında ama hep karşımızda… Çağımız, en dar anlamından en geniş tanımına kadar her türlüsünü deneyimledikçe, şiddetin özüne, nedenlerine ilişkin tartışmalar da devam edecek gibi durur. Hayatımıza bu kadar girmiş bir olguyu tartışarak, önceki tanımlarını da eleştirel bakış açısıyla ele alarak şiddeti tanımlamak, onunla mücadele etmede şarttır.  

Hepimiz bireysel olarak her türlü baskı, zulüm, şiddet, haksızlık ve kötülük karşısında üzüntü, öfke ve bir şey yapamamanın vicdani rahatsızlığını duyarız. Aklımız ve yüreğimiz bize bireysel tercihlerimizi iyiden yana kullanarak şiddeti her koşulda lanetlemeyi fısıldasa da ilginçtir ki şiddet bugün hala en çok başvurulan sorun çözme yöntemlerinden biri olmaya devam ediyor. Bugün tanıklığını yaptığımız ve sıradanlaşan şiddet eylemlerin faillerini lanetlemekteyiz. Ancak asıl gereken şey, yakınma ve lanetleme değil, bir şeyler yapma ihtiyacıyla, olup bitenler üzerinde düşünme, anlama ve anlatma sorumluluğunu hissetmektir. İnsan, eylemleri üzerine düşünmekten ve sorumluluk almaktan kaçınırsa, bir müddet sonra kötülük sıradan bir hal alır. Bizler de ne kadar istersek isteyelim barış içinde yaşama olanaklarını asla yaratamayız.

                 

 

Kaynaklar

  1. Ahmet İnam, Şiddeti Anlamak

        https://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/dersbelgeligi/kunduz/siddet/ahmetinam.htm

  1. Yücel Dursun, Şiddetin İzini Sürmek: Şiddet Nedir, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2011 Güz, sayı: 12, s. 1-18

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/803724

  1. Fromm, Erich, İnsandaki Yıkıcılığın Kökleri, Say Yayınları, 2016
  2. World Health Organization (2002) World Report on Violence and Health. Geneva: WHO.

http:// www5.who.int/violence_injury_prevention/download.cfm?id=0000000582

  1. Brad Evans, Terrell Carver, Şiddet ve Eleştirel Düşünce, Çev. Çiğdem Çıdamlı,  Dipnot Yayınları, 2023
  2. Arendt,Hannah, Kötülüğün Sıradanlığı Eichmann Kudüs’te, Çev. Özge Çevik, Metis Yayınları, 2022
Bu haber toplam 2291 defa okunmuştur
Gaile 507. Sayı

Gaile 507. Sayı