1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Şiddetin Mantı(ksızlı)ğı..
Şiddetin Mantı(ksızlı)ğı..

Şiddetin Mantı(ksızlı)ğı..

Şiddetin Mantı(ksızlı)ğı..

A+A-

 

Hakkı YÜCEL
[email protected] 


İlk kez yirminci yüzyılın son çeyreğinde mi ortaya çıktı, yoksa daha önceleri vardı da tarihin hızını artırdığı bu kaotik dönemde mi bu denli yaygınlık kazanmaya başladı?  Nereden bakılırsa bakılsın söz konusu olan şiddetin çok dramatik bir eylem biçimi. Literatürü oluştu, genel olarak yapılan eyleme ‘intihar saldırısı’, yapana ise ‘intihar bombacısı’ deniyor. Kadın ya da erkek, çoğunlukla henüz daha hayatlarının baharında genç insanlar, bedenlerine sardıkları  bombaları , ‘yüce dava’ları, ‘kutsal inanç’ları uğruna patlatarak, kendileriyle birlikte az ya da çok insanı paramparça et yığınına dönüştürüyorlar. Kimdir bu eylemci(ler); kahraman mı(lar) yoksa cani mi(ler)? Bu türden bir eylem, bir direniş biçimi mi yoksa bir vahşet mi? Uğruna ölünen ve öldürmeyi mübah sayan bir davanın, inancın, böylesi ağır diyeti haklı gösterecek gerekçesi/gerekçeleri olabilir mi; şiddet haklı ve haksız ayrımına tabi tutulabilir mi; şiddetin ürkütücü olduğu kadar cezbedi olması nasıl açıklanabilir? 

Bütün bunlar ve benzeri sorular üzerine çok konuşuluyor, yazılıyor, tartışılıyor. Son günlerde akamete uğrayan ‘çözüm süreci’ardından yeniden baş gösteren şiddet olayları ve bunlar arasında özellikle Suruç’ta otuz dört kişinin ölümüyle sonlanan intihar saldırısı, bu tartışmaları daha da alevlendirdi. Tartışmalar devam ede dursun, bir yandan da “analar ağlamasın”, “acılar dinsin”, “silahlar sussun” yollu açıklamalar, şimdilerde hemen her kesimin sıklıkla dillendirdiği retorikler. Aynı anda şiddetin, üstelik artarak, sürüyor olması ise işin paradoksal yanı. Bu noktada sebepler sıralamak mümkün ve de fazlasıyla yerine getiriliyor. Ancak koparılan fırtına şu gerçeği değiştirmiyor: Bir kalıp haline dönüştürülen, uluorta kullanılan bu türden kavramlaştırmaların sürekli tekrarlanmaları onları sıradanlaştırıyor, sığlaşmalarına ve anlamlarını yitirmelerine, dahası ima ettiği şeyin zıddına dönüşmelerine  neden oluyor.

Oysa madem ki herkesin yüreğinin yandığı büyük bir acı söz konusu ve bu nihayetlendirilmek isteniyor, o zaman asıl şu hususu dikkate almak gerekiyor: Acı dil, din, ırk farkı gözetmiyor -başka türlü olması mümkün mü-; böyle olduğu için de farklı ya da karşıt yaşam biçimleri arasında diyaloğu temin edebilecek potansiyel anlam ve duygu gücüne sahip. Bütün mesele bu ortak anlam ve duygu gücünü içkin zeminde koşul öne sürmeden buluşabilmek, buradan diyalog geliştirebilmek. Bunun aksi bir yaklaşım, yani acılar arasında bir hiyerarşi oluşturmak, buna siyasal, ideolojik gerekçeler üretmek, koşullar dayatmak, bir başka ifadeyle o ortak anlam bölgesini tek taraflı sahiplenmek, kendine yontmak, diyalog imkânını ortadan kaldırmak, dahası çatışmayı ve acıyı alevlendirmek demek. Sonrası zaten çorap söküğü gibi geliyor. Şu anda yaşananlar bunun böyle olduğunu bütün dehşetiyle göstermiyor mu?

Bir an için Suruç  katliamının yaşandığı o korkunç güne geri dönelim. Ekranlara taşınan, insanın tüylerini ürperten o vahşeti, öncesi ve sonrasıyla izlerken, İngiliz tarihçi John Tosh’un ‘Tarihin Peşinde’ (Tarih Vakfı Yurt Yayınları) kitabında yer alan şu cümlesini hatırlamıştım: “Tarihi bir anın hakiki tadını asla o anı yaşamış insanlar gibi hissedemeyiz, çünkü onlardan farklı olarak biz, daha sonra ne olduğunu biliyoruz.” O gün Şanlı Urfa’nın Suruç ilçesinde, bir araya toplandıkları kültür merkezinin bahçesinde, çıkacakları yolculuğun ve asıl o yolculuğa yükledikleri insani amacın coşkusunu, Tosh gibi söyleyecek olursak, o “tarihi anın hakiki tadını” yaşayan gençler, birazdan bir ‘intihar bombacısı’nın saldırısına uğrayacaklarından habersizdiler. O kadar ki bedenine sardığı bombalarla aralarına karışan o genci fark etmediler. Sonrasını biliyoruz, intihar bombacısı yüklendiği bombaların pimini çekiyor, yola koyulacak umut kervanını kana buluyor, kendisiyle birlikte genç bedenler parçalanıyor, geride ilk anda otuz iki ölü ve yüzü aşkın yaralı kalıyor.

Ekranlarda tekrar tekrar dönen görüntüler korkunçtu. O görüntüler kadar korkunç olan bir başka şey ise, saldırganın gerçekleştireceği kanlı eylem öncesinde mobese kameralarına yansıyan fotoğrafıydı. Kendi ölümüne ve  kendisiyle birlikte başkalarını yok etmeye bu kadar rahat yürüyen -oysa kendince yaşadığı o tarihi an, sonrasını bildiği için onun ‘tad alacağı’ değil, ancak ‘dehşet duyacağı’ bir an olmalıydı- yirmi yaşındaki genç bir insanın, hangi zihinsel ve ruhsal dünya içine hapsolduğu; kendini, bu yolda başkalarını yok etmekten zerrece çekinmeyecek kadar vahşileşerek adadığı, gözlerini ve vicdanını kör eden davasının/inancının ne olduğu; buna zemin teşkil eden siyasal-ideolojik-psikolojik-kültürel koşulların kapsamı, tatmin edici karşılıkları bulunması gereken can alıcı sorulardı. Keza bu durum, elan ortama hâkim olan ürkütücü gerçekliği ve bunun yol açabileceği felaketleri resmediyor olması bakımından da büyük önem arz ediyordu. Nitekim gelişmeler de bunun böyle olduğunu gösterdi. Bu menfur olay, tam da amacına uygun olarak, hem ‘çözüm süreci’ni berhava etti hem de ardı sıra başka felaketleri tetikledi. Şiddet zincirlerinden boşaldı, misillemeler başladı, yeni ölümler gerçekleşti. 

Siyaset en çok böylesi ortamlarda gerekli olan diyalojik, uzlaştırıcı/uzlaşmacı dili tutturamadı.Tam aksine ayrıştırıcı ve çatışmacı dil öne çıktı, her kesim kendi haklılığını savundu, ötekini suçladı. Felaketi önlemeye yönelik olarak ortak hareket etmek yerine, felaketin yükünü ötekine yıkmanın hesabı içine girildi. Bu amaçla çeteleler tutuldu; “önce sen yaptın, sen söyledin” çığırtkanlığı yapıldı. Aynı anda “Analar ağlamasın” diye diye  “anaların gözyaşları sel oldu”; “silahlar sussun” diye diye “silahlar ateşlendi”; “acılar dinsin” diye diye farklı siyasal/ideolojik/etnik renklerle boyanarak “acılar katmerlendi”. Ölen ve öldürenin etnik/ideolojik/siyasal aidiyetine göre ‘hainler-kahramanlar’, ‘şerefliler-şerefsizler’ ayrımı yapıldı; ‘amasız’, ‘fakatsız’ karşı çıkılması gerektiği söylenen şiddet, hemen her seferinde  ‘ama’ ve ‘fakat’lara takıldı. Bir yandan da aynı ölçütler (etnik/ideolojik/siyasal) üzerinden değerlendirilmeye tabi tutuldu, yapanın meşrebine göre zımnen ya da doğrudan destek gördü. Medya bu yangına körükle gitti. Kalem erbabının çoğu, entelektüel tayfasının kahir ekseriyeti  bu yolda hayli mürekkep tüketti. Sonuç olarak bir yanda devlet, tanımı ve konumu gereği kullandığı şiddeti hak kabul ederek ölçüsüz uygulamalarıyla adeta Hobbes’un ‘Leviathan’ına (Tevrat ve İncil’de kötülüğün temsilcisi olan Su Tanrısı’na) dönüştü; beri yanda ise onun şiddetine karşılık verirken kimi zaman insan, intihar eylemlerinde olduğu gibi, “homo homini lupus” (insan insanın kurdudur) olacak kertede vahşileşti.

Şiddetin çarpık mantı(ksızlı)ğını ortadan kaldırabilecek bir anlayışı ifade eden “Ölenin ve öldürülenin kimliğine göre tutum değiştirmeyen yaşam hakkı savunucularına ihtiyacımız var; iki yüzlü propagandistlere değil” (Gürbüz Özaltınlı.serbesiyet.com) tespiti ise cılız kaldı.

Bu haber toplam 1639 defa okunmuştur
Gaile 333. Sayısı

Gaile 333. Sayısı