1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Sihirli keman ve Ermeni hocalarımız…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Sihirli keman ve Ermeni hocalarımız…”

A+A-

 

Dr. Bekir Azgın

Sevgül Uludağ’ın müzik hocamız müteveffa Vahan Bedelyan’la ilgili “Sihirli Keman” başlıklı yazı dizisini büyük bir ilgi ile okudum. O sihirli kemanı hasbelklader ben de ellemiştim. Şayet okulda başka bir keman kullanmıyorsaydı.
Yanılmıyorsam İngiliz Okulu’nun ikinci sınıfındaydım. Alks yurdunda kalıyordum. Yurt müdürümüz Nevzat Hoca’ydı. Onun büyük oğlu İlker, keman çalıyordu. Ben de özendim ve müzik hocasının öğleden sonraları keman dersi verdiğini öğrenince ben de ders almaya karar verdim. (Ya, o zamanlar böyle hocalar vardı. Ders olmadığı öğleden sonraları muhakkak öğrencilerle bir şeyler yapıyorlardı.)
Bir öğleden sonra, ders verdiği sınıfın önüne gittim ve beklemeye başladım. Ders bitince çekinerek hatta korkarak içeri girdim. Bütün cesaretimi toplayarak bana ders verip veremeyeceğini sordum. “Elbette evlâdım” dedi ve ekledi “kemanın var mı?” Kemanım yoktu. Önündeki bir deftere baktı ve falanca gün falanca saatte kendisini görmemi istedi.
Bizim için “Mr. Bedelian” olan hoca tam bir Osmanlı efendisiydi. (İlk adının Vahan olduğunu Sevgül’den öğrendim.) Bizlerden daha düzgün Türkçe konuşuyordu. Zaten adının tuhaf olmasına rağmen ben bir süre hocanın Türk olduğunu sanıyordum. Aslında Ermeni hocalarımızın hepsi de Türkçe, hem de güzel Türkçe konuşuyorlardı.
Biyoloji hocamız Sallakyan’dı. Oldukça sert ve notu kıt bir hocaydı. (Müteveffanın düsturu şuydu: “10 tanrıya, 9 bana, geri kalanlar size!) Biyolojiden fazla bir şey anımsamıyorum ama bize verdiği hayat dersleri kafamda çakılı kalmıştır ve hayatımda onları uygulamaya çalışmışımdır. Arada bir bize şöyle hitap ederdi: “Çocuklar, zaman sizin için belki önemli değil. Ama bilin ki zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Eminim ki hayatta iyi yerlere geleceksiniz. Büyük bir çoğunluğunuz araba sahibi olacaktır. Araba sürerken yolda yürüyen herkesin kör ve sağır olduğunu var sayarsanız, iyi sürücü olursunuz. O zaman da ne kendinize zarar verirsiniz ne de başkalarına. Randevularınıza 10 dakika erken gidin ve kimseyi bekletmeyin. Ancak o zaman size ‘efendi adam’ diyecekler”.
Şömelyan, Sallakyan’ın tam aksi bir adamdı. Sallakyan’daki resmiyet ve ciddiyet onda yoktu. Öğrencilerle daha içli dışlı ve onlarla şakalaşan biriydi. Üçüncü sınıfta İngilizce hocamızdı ve bize Shakespeare’den parçalar okuturdu. İngilizler için bile zor olan Shakespeare, bizim için çok zordu. Arada bir kızar ve şöyle derdi: “Daha çok çalışacaksınız. Bundan kaçamazsınız. Bu okuldan mezun olmak istiyorsanız bu ‘Eşek Spiro’yu öğreneceksiniz. Siz öğrenmezseniz, size ben öğreteceğim”.
Şömelyan, aynı zamanda, Juniorların futbol takımından da sorumluydu. (Üçüncü sınıfa kadar olanlardan oluşan takımlara Junior yani küçükler; dördüncü sınıf ve üstü olan öğrencilerden kurulan takımlara da Senior yani büyükler denirdi.) İstediklerini yapmadığımız zaman bizi yanına çağırır ve kulağımızı iki parmağı arasında ezer kulaklarımızı morartırdı ya da yumruğunu sıkar parmaklarıyla kafamızda deblek çalardı.
American Academy ile yılda birkaç kez turnuvalar düzenlenirdi. Bu vesileyle Larnaka’ya gitmiştik. Ben küçüklerin futbol takımındaydım. İlk yarıyı yenik kapattık. Arada Şömelyan bizlere teker teker neler yapmamız gerektiğini anlattı. En sonunda bana dönerek şöyle dedi: “Deli tavuk gibi topun peşinde koşuyorsun. Bu yarıda sağ açık oynayacaksın. Topu alınca rüzgâr gibi çizgiye inecek ve orta yapacaksın. Bırak, golü başkaları atsın. Dediklerimi yapmazsan başında badem kıracağım.” Berikât (bereket) versin galip gelmiştik.
Bedelyan, ikisinden de farklıydı. Ciddiydi ama cana yakındı. Kendi çocuklarıyla konuşur gibi konuşurdu öğrencilerle. Sabırlıydı, kızıp bağırdığına hiç şahit olmadım. Bize müzik dersi verdi mi vermedi mi anımsamıyorum. Onu keman derslerinden ve yıl sonu müsamerelerinde orkestra ve koroyu yönetirken anımsıyorum. Hafızam beni yanıltmıyorsa daima şık giyinirdi. Konuşması ve davranışlarıyla efendiydi, görüntüsüyle de efendiydi.
En ucuzundan bir keman ve bir de nota kitabı satın alarak keman derslerine başladık. Ders saat başı başlar ve yarım saat sürerdi, ne bir dakika geç ne de bir dakika erken. Keman nasıl omuza oturtulacak ve yay nasıl kullanılacak diye başladık ve notalara geçtik. Ne var ki benim kulak yar değildi. Aklımda kalan tek şey, yayın bir ucundan öteki ucuna kadar keman tellerine sürülmesi gerekliliği idi.
Hocanın istediği ve arzuladığı oranda çalışma olanağı yoktu. Yurtta kemanla biraz çalışınca yurt arkadaşları “kafa şişiriyorsun” diye bağırmaya başlardı. O zamanlar okul, akasya koruluğu ile çevriliydi. Kemanımı alır akasyaların arasında çalmaya çalışırdım. Kışın o da pek mümkün değildi.
Herkes futbol, kriket, basketbol, voleybol, çim hokeyi oynarken keman zırıldatmak doğrusu zoruma gidiyordu. Bir de şu var: Ben birkaç dersten sonra melodik bir şeyler çalacağımı ümit ediyordum. Hiç de öyle değilmiş. Kulak tırmalayıcı, anlamsız notalar çalmaktan başka bir şey yapmıyorduk.
Giderek kemandan soğudum. Ancak hoca, gene de bu vurdumduymazlıkları sineye çeker ve beni azarlamazdı. Sadece daha çok çalışmam gerektiğini tekrarlayıp duruyordu. Sene sonuna kadar bu böyle sürüp gitti.
Senenin son dersinde gayet müşfik bir sesle Bedelyan hoca bana şöyle dedi: “Evlât, sen galiba bu işi kıvıramayacaksın”. Müteveffa böylece beni büyük bir işkenceden kurtarmış oldu çünkü gönüllü olarak başladığım keman dersleri, zamanla işkenceye dönüşmüştü. Bugün, geriye bakıyorum da, herhalde hocaya da işkence çektiriyordum.
Toprağınız bol olsun Sallakyan, Şömelyan ve Bedelyan hocalar.
(HAVADİS – Dr. Bekir AZGIN – 5.1.2014)

Bu yazı toplam 2239 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar