1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. -‘Şimdi Bach’ı Kim Çalacak?’ -
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

-‘Şimdi Bach’ı Kim Çalacak?’ -

A+A-

Coronalı günler bütün dehşetiyle devam ediyor. Dünya ölçeğinde ölü sayısı da vaka sayısı da giderek artıyor. Salgının ve yıkımın önünü kesmek için sürdürülen bilimsel çalışmalar henüz arzulanan hedefe ulaşmaktan uzak  görünüyor. Virüsün gazabını durdurmaya yönelik çalışmalar dışında, bir yandan da yarattığı ekonomik-sosyal sorunların aşılmasına yönelik tedbirler gündemde. Apaçık belli olan virüsün öldürmediğini onun yol açtığı ekonomik sorunların fena halde silkeleyeceği. Bu konuda dillendirilen senaryoların tümü ağır bir krizi işaret ediyor. Kısa vadede alınacak tedbirlerin ne kadar derde derman olacağı ise belli değil.  Zor bir süreç yaşandığı aşikâr, onu kısa sürede bitirecek ‘sihirli formül’ olmadığı da ortada. Yürürlükteki hâkim sistemin, daha geniş bir ifadeyle, ”Uygarlığın Çöküşü” sürüyor. Bu süreç nerede, ne zaman ve nasıl duracak ve dahası oradan nereye, nasıl geçilecek? Can yakıcı sorular ortada, yanıtlar muğlak, elan atılan adımlar ise sistemin en temel problematiğini, yani üsttekilerle alttakiler arasındaki uçurumu gidermekten uzak. Bir an için bizim dışımızda yaşananları bir kenara koyalım,  burada, bizim yaşadığımız coğrafyada, bize yansıyan yüzüyle bu süreçte toplumsal dayanışma adına alınan “Ekonomik Tedbirler ve Destek Paketi’ bunun tipik bir örneği. Toplumdan talep edilen fedakârlık ve feragatin, üstelik toplum geniş anlamda üstüne düşen fedakârlığı ve feragati göstermeye hazırken, ortaya konan paketin, üsttekilerle alttakiler arasındaki dağılımının adaletsizliği bir yana, on beş bine yakın üçüncü ülke uyruklu çalışanların, sanki hiç yokmuşlarmışcasına  tamamen göz ardı edilmeleri, su katılamamış ırkçılık ve vicdansızlık örneği. Anladık, zor bir dönemden geçiyoruz, her şeyi çözümleyecek bir ‘sihirli değnek’ olmadığı de inkâr edilemez, tamam da, ‘toplumsal dayanışma’ diyerek tedbir adına yükün çoğunu alttakilere ve hiçbir güvencesi olmayan yabancı uyruklulara -oysa buradaki mevcudiyetleri yasal sınırlar içindedir ve haliyle bütün maddi sorumluluklar yerine getirilmektedir- yıkmak da kabul edilebilir değildir. Hele icraatın en tepesindeki şahsiyetin sergilenen yaklaşımı  “onlar da bizim okullarımızdan, hastanelerimizden yararlanıyorlar, hem asgari ücretli bir insanın ekonomiye katkısı ne ki..” türünden açıklamalarla haklı göstermeye çalışması, inanılır gibi değil. Kritik nokta şu ki, içerde ya da dışarda, evet ilk etapta alınacak acil tedbirler olacaktır, ancak kalıcı ve sağlıklı çözümler için, bu türden tedbirlerin ötesinde,  köklü zihniyet değişimine ihtiyaç olduğu aşikâr.

 

“Köklü zihniyet değişimi” derken burada bir an durup, içinde bizim de bulunduğumuz, bütün insanlığı kuşatan kıyamet günlerini içeren dünyanın (ve o dünyayı şekillendiren zihniyet biçiminin) büyük resmine bakarken, nedense aklıma İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan o dramatik olay geldi. Tarih 31 Aralık 1942’dir.  Yılbaşı gecesi olması münasebetiyle, ünlü Stalingrad Savunması’nda savaşmaktan ve direnmekten yorgun düşen askerlere moral vermek için siperleri ziyaret eden Rus aktör ve müzisyenler arasında bulunan büyük kemancı Mikail Goldstein, buz kesmiş havada,  tek kişilik konserine başlar. Goldstein’in kemanından dökülen büyülü melodiler, hoparlörler vasıtasıyla sadece Rus mevzilerine değil, Alman siperlerine kadar yayılır ve aynı anda silah sesleri bıçakla kesilmiş gibi susar. Bach’ın büyülü müziği (sanatın büyüsü) bağışlayıcı derin bir sessizlik halinde etrafı kuşatmıştır. Bu kısa konser sona erdiğinde ise çok ilginç bir şey olur. Orada bulunan herkesi aynı barışçıl, adil ve insani iklimde buluşturan Bach müziğinin o bağışlayıcı sessizliğini, Alman bölgesindeki hoparlörlerin birinden gelen ve kırık dökük bir Rusça ile adeta yalvarırcasına dile getirilen rica bozar: “Biraz daha Bach çalın...Ateş açmayacağız..” Goldstein bu ricayı kırmaz ve kemanını yeniden eline alıp, bu kez canlı bir Bach gavotuna başlar. Biraz öncesine kadar birbirlerine acımasızca ateş açan düşmanlar, bir kez daha Bach’ın müziğini, adeta ebedi bir sulh ve ortak güzelliği paylaşma duygusu içinde dinlerler. O kısa zaman dilimi içinde kimse kimsenin düşmanı olmadığı gibi, kimsenin ötekine insan olmanın ötesinde bir üstünlüğü yoktur.  

 

Şu var ki, hatırlandıkça insanın yüreğini yeniden ısıtan bu gerçek hikâye, mutlu sonla bitmez. Bach’ın eşsiz melodilerinin kısa bir süre için sağladığı ‘ateşkes’, kemanın susmasından hemen sonra bozulur ve silahlar eskisi gibi yeniden konuşmaya başlayarak, karşılıklı ölüm saçmaya devam eder. Biraz öncenin “müzik (Bach) dostları”  yeniden ‘ezeli düşmanlar’ olarak karşı karşıya gelirler. İkinci Dünya Savaşı boyunca (tıpkı tarihteki diğer örnekleri gibi) yaşanan vahşet, arkasında bıraktığı kırk milyona varan ölü ve yıkıntılarıyla, ne yazık ki Bach müziğinden çok daha gerçektir. Ne müzik, ne yirminci yüzyıl edebiyatında birçok örneklerini gördüğümüz birbirinden ünlü yapıtlar, ne de sinema; bütün o ayrıcalıklı ve bir o kadar da insancıl özellikler taşıyan örneklerine rağmen, insanlık adına  yaşanan o kanlı gerçek(lik)i değiştirmez..Çünkü gerçek(lik) denen olgu, kültürün onu sarsmasına ve hatta sınırlamasına rağmen, kökeninde çok daha farklı, derin ve belirleyici ilişkileri barındırır. İnsanlık ve dünya tarihi de öncelikle ‘güç ve çıkarın belirlediği’ bu temel ilişkiler ekseninde ve onun çatışmacı zihniyet dünyası tarafından yazılmıyor mu zaten..? Aşamalarla gelişerek azgınlaşan, son `beşyüz yıllık döneme tam da bu ilişkiler temelinde damgasını vuran kapitalizmin (kapitalist-emperyalist sistem) zalim saldırganlığı ve onun karşısında direnen mazlumların hikâyesi değil midir tarih?  Soruları çoğaltmak mümkün...

 

Soruların, talep ve arayışların karşılık ve anlam bulduğu, yeniden üretildiği, sorgulandığı, somut gerçeklikler olarak yaşandığı ve soyut öneriler halinde tartışıldığı alan aslında hayatın ve dünyanın ta kendisi. Siyaset, ekonomi, kültür, toplumsal ilişkiler, duygular ve düşünceler hep burada şekilleniyor..Ve işte tam da burada suyun başını güçlü olan tutuyor. Son beş yüz yıllık dönemin (kapitalizmin) mantığı, (Arada bir dönem açılan sol parantezle sistemde radikal bir kopuş yaşansa da) buradan işlevsellik kazanıyor; hayatı ve dünyayı/doğayı kendi gücü ve çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek ve hep kazanmak için elinden geleni ardına koymuyor..Bunu kâh şiddet kullanarak, kâh yumuşak yöntemler uygulayarak, kâh baskılayarak ve kâh uysallaştırarak gerçekleştiriyor..Gündelik hayatın sıradan ilişkilerinden daha üst düzeydeki ilişkilere ve alanlara kadar çeşitli biçim ve yöntemlerle hükmünü sürdürüyor..Siyasetin alanlarını çiziyor, kültürleri manipüle ediyor..Bölüyor, parçalıyor, çatıştırıyor, dağıtıyor, yeniden birleştiriyor, alıştırıyor, uzlaştırıyor, uyuşturuyor, bencilleştiriyor, yabancılaştırıyor, sömürüyor ve her seferinde tarihsel ‘sistem’ini koruyarak, varlığını her koşulda kalıcılaştırma gayretini sürdürüyor. Kendi varoluşunu tehdit edecek bütün karşı çıkışları ve direnişleri ise bugüne kadar savuşturmayı becerebiliyor. Bazen geri çekiliyor, bazen inadına saldırganlaşıyor ve en çok da alternatiflerini nedenlere yönelmekten çok sonuçlar üzerine yoğunlaştırarak enerjilerini orada tüketiyor. Sistemi ya da düzeni değiştirmek çabalarını giderek sisteme ya da düzene uyumlaştırıyor; radikal talepleri reformlarla törpülüyor ; sistem’in allayıp pulladığı bu türden türevlerine abartılı anlam ve değerler yükleyerek hedef saptırıyor; ritüeller ya da gösteriler sistem’in tahammülü ile sınırlanıyor; ancak geçici olabilecek ve aşılması gerekecek araçlar ve ara hedefler olarak kabul edilmesi gereken öneri ve yapılanmalar amaç olarak sunuluyor..Ve son kertede muhalif olan alternatif olmaktan öte tabi olan haline geliyor ve ‘sistem’ kendi muhaliflerini giderek kendine benzetiyor..

 

Bugün ‘Corona Kıyameti’nin sona erdirdiği işte bu sistem ve o sistemin zihniyet dünyasıdır. Kendini egemen kılan, acımasızca sömüren, paylaşmayı bilmeyen, doğayı yağmalayan, adaletten yoksun, ötekini yok sayan, insani  değer yoksunu bu sistem, bütün görece gelişmiş örnekleri de dâhil (Batı) artık miadını doldurmuştur. Şimdilerde çözüm adına yeniden kendi içine dönme eğilimlerinin artması (ulus devletlerin, milliyetçiliğin ön alması), kısa vadede bir karşılık bulsa da, insanlık ölçeğinde “üsttekiler-alttakiler” uçurumu giderilmediği, adalet tesis edilmediği sürece dünya huzur bulamayacaktır. Bu koşullarda bulması da mümkün de değildir. Bugün corona virüsünün delip geçtiği sınırları, yarın bir başka virüs, öbür gün (elan zaten devam eden) yoksulların göçü delecek, sistem onların başkaldırıları ile sarsılacaktır. Bu yüzdendir ki asıl nedene yönelik çözümler üretilmediği sürece, aktüel olana yönelik tedbir ve önlemler görece iyileşmeler sağlasa da, geniş ölçekli kalıcı sonuçlar üretemeyecektir. Beş yüz yıllı aşkın tarihsel bir dönem; yani ekonomik yapısıyla kapitalizm (neo-liberalizim), zihniyet yapısıyla modern dönem ve yerleşik biçimiyle uluslararası sistem, artık hükmünü yitirmiştir. ‘Corona Kıyameti’ karşısında en gelişmişinden en geri kalmışına varana kadar yaşanan çaresizlik tam da buradadır. Bundan sonrası yeni bir dönem olmak gerekmektedir ve bunun da temel koşulu geçmişi geride bırakan, bugünün yenidünyasını kuracak olan yeni bir zihniyettir.   

 

Buradan bakınca, kendinde varlık olarak Kuzey Kıbrıs’ın, dünyada yok sayılıyor olmasından ileri gelen hukuki-siyasi-ekonomik sancıları bir yana, üstüne ‘corona kıyameti’ de eklenince sorunlar daha da derinleşti. Bugün ve gelecek adına haklı endişelerin yaşandığı bu süreçte iktidarın “ekonomik tedbirler ve destek paketi” adı altında ortaya koyduğu garabet, işte evrensel ölçekte iflas eden o zihniyetin ilkel bir uygulamasından başka bir şey değildir. Alttakileri üsttekilere ezdiren, onlara sinek kadar değer vermeyen hastalıklı bir zihniyettir bu ve artık hükmü yoktur.

 

Fotoğrafı daha da büyüterek tabloya dünya ölçeğinde bakacak olursak, geçmişte de benzer/farklı örnekleri olan bir kıyametin yaşandığı böylesi bir dönemde, tarihte yaşanmış, sembol değeri kazanan kimi olayların, yerine getirdikleri işlevlerle ilgili olarak hatırlanmaları doğaldır. İkinci Dünya Savaşı’nda, kan gövdeyi götürürken, Mikail Goldstein’in kemanından yayılan sihirli Bach müziğini, onun kısa süreli de olsa, sağladığı o mucizevi huzurlu ortamı hatırlamam galiba bu yüzden. Genelde fazla naif ve romantik bulunan, reel politika, tarihsel gerçeklik vb. gerekçelerle burun kıvrılsa da,  yaşanmış bir tecrübe olarak çok kısa bir süre de olsa, zihinleri ve ruhları günahlarından ve kirinden arındırarak onları bir arada buluşturan bu mucizevi olayın hiç mi anlamı yok?

Eğer varsa, o zaman insan şu soruyu sormadan da edemiyor: Sadece kısa bir süre için değil, insanlığı kuşatan zaman ve mekân ölçeğinde sürecek Bach’ın sihirli müziğini şimdi kim çalacak? 

 

Kaynak: -‘Şimdi Bach’ı Kim Çalacak?’ -

Bu yazı toplam 813 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar