Sinan Akyüz: “Elimde 63-74 dönemini yaşayan Kıbrıslı bir kadının hikâyesi var”
Sinan Akyüz: “Elimde 63-74 dönemini yaşayan Kıbrıslı bir kadının hikâyesi var”
Eren Şişik
Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi (UKÜ), “İki Kişilik Yalnızlık”, “İncir Kuşları” ve “Piruze” romanları ile ün yapmış Gazeteci – Yazar Sinan Akyüz’ü ağırladı. Gerçekleşen keyifli söyleşi öncesinde sevgili dostum Mete Yasin Usta ile birlikte Sinan Akyüz’le keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Kütüphane Haftası etkinlikleri kapsamında UKÜ’nün konuğu olan Akyüz, samimi tavırları ve hoş sohbetiyle beğeni topladı. ADRES KIBRIS’a özel açıklamalarda bulunan Akyüz, Kıbrıs’ı çok sevdiğini söyledi.
Türkiye’de son dönemlerde en çok okunan yazarlar arasında yer alan ve özellikle gerçek hayat hikâyeleri üzerine kitaplar yazan Sinan Akyüz, keyifli röportajda daha önceki kitaplarında başından geçen hikâyeleri ve önümüzdeki yıllarda çıkarmayı planladığı kitapları anlattı. Akyüz, 2020 yılına kadar dolu olduğunu ve bu süreye kadar planlı bir şekilde kitap yazacağını belirterek elinde çok sayıda hikâye olduğunu söyledi. Başarılı yazar 1963-1974 dönemleri arasında Kıbrıs’ta yaşayan bir kadının hikâyesinin de elinde olduğunu ve bunu da kitaba dönüştüreceğinin müjdesini de verdi.
“TÜRKİYE’DE OKUR KİTLESİ KADIN”
Özellikle kadınlar tarafından çok beğenilen ve onların hayat hikâyelerini içeren kitaplar yazıyorsunuz. Kadınların ilgisini çekebilecek kitaplar yazmanızın sebebi nedir?
S.A: Kıbrıs'ı bilmiyorum ama Türkiye'de şöyle bir gerçek var ki bizim topraklarda kadın okur. İster Sinan Akyüz olsun, ister Ahmet Ümit olsun, ister Orhan Pamuk olsun Türkiye'de birçok şeyi tüketen kadın aynı zamanda Türkiye'de kitabı da tüketendir. Ben gerçek yaşam hikâyelerine bakıyorum, onları kaleme alıp yazıyorum ama kadın hikâyelerini yazmamın nedeni de şu; kadın hikâyeleri dişi bir hikâye yani bir lahana gibi düşünün, bir tabakasını açıyorsunuz altından bir katman daha çıkıyor, onu kaldırıyorsunuz bir şey daha çıkıyor. Ben yazarken şuna bakıyorum; bir hikâye dişi mi? doğurgan mı? Eğer o doğurganlığı ve dişiliği bana veriyorsa ben o hikâyeyi alıp yazıyorum. Şu ana kadar elime doğurgan bir erkek hikâyesi geçmedi, eğer bir gün geçerse ve o hikâyeyi çok seversem kaleme alırım.
Genelde fotoğrafçılık yapanlar kolay kolay bu işten vazgeçemez. Siz de bir süre fotoğrafçılık yaptınız. Bize o dönemden biraz bahseder misiniz? Ayrıca bu alanda ne gibi çalışmalarınız oldu?
S.A: Gazetecilik yaptığım dönemde yine köşeye sıkıştığım bir andı ve bir haber peşinde koşuyordum. O dönemde politika muhabirliği yapıyordum. İçim daralmıştı ve nefes alamıyordum. Sabah 8’de bir siyasetçinin peşine takıyorlardı, bugün burada görevlisin diye, gece saat 3’e kadar. Baktım ki kendime ait hiç bir dünyam yok. Sonra üniversitedeyken bir hocam vardı. Bir gün onu gördüm tesadüfen yıllar sonra üniversitenin karşısında. Onun fotoğraf dünyası tekrar hayatıma girdi. Ben de ufak ufak ilgilenmeye başladım. Profesyonel anlamda ondan ciddi eğitimler aldım. Yeniden nefes aldığımı hissettim. Uzun yıllar fotoğrafa devam ettim ama sonra yazma eğilimi bende kıpırdamaya başladı. Yazmak öyle bir şey ki "yazmak yanlızlıktır". Dört duvar arasından çıktığımda işten kaytarıyorum yazdığım zaman. Fotoğrafçılıkta farklı dışarıda olmanız lazım. Burada bir tercihte bulunmak zorunda kaldım. Eve kapanıp orada işimi yapmayı, yazmayı sevdiğimi fark ettim.
BOSNA’DA DİN
Kıbrıs'ta Rum tarafıyla Türk tarafı arasında görüşmeler sürüyor. Olabilecek bir anlaşmada sizce Kıbrıslı Türkleri hem kültürel hem de genel olarak ne gelişmeler bekliyor?
S.A: Avrupa ve Amerika insan hakları, demokrasi konusunda kendi adlarını küçük harflerle yazıyor. Bizim gibi Ortadoğu coğrafyasındaki ya da Afrika’daki ülkelerin adını da büyük harflerle yazıyor. Dışarıdan baktığınızda büyük harf mi küçük harf mi göze çarpıyor? Bizde böyle değil. Şu anda görüşmeler başladı. Aslında bu görüşmeler Annan Planı’yla bitmişti. Bugün Rumların bu adada bir hak kaybı yok. Ben İncir Kuşları diye bir kitap çıkardım. Bunun için gittim Bosna'da araştırmalar yaptım. 1992-95 yılları arasında Bosna'da geçen bir savaşta kadınların yaşadıkları o kötü sahneleri anlatan bir kitap gerçek hikâye. Orada 20’nci yüzyılda Avrupa'nın göbeğinde bir soykırım yaşandı. Bu savaş 4 yıla yakın sürdü. Sonrasında Dayton Anlaşması’yla bir anlaşma yapıldı. Ve 350 bine yakın insan öldürüldü. Bugün Kıbrıslıların din hanesinde Müslüman yazıyorsa Hristiyan toplumunda sizin hiçbir zaman kazanma şansınız yok. Kazıdıkça kaybettiğiniz ve yıllardan beri olan bir dönemdir. Annan planına Rumlar evet deseydi şimdiye çoktan bitmişti. Bugün aynı şeyi Bosna'da gördük. Orada da bazı ülkeleri içine almak için Müslüman kimliğini ortadan kaldırdılar. Avrupa’da Müslümanlığın bu kadar yavaşlatılmasını ve ikinci sınıf insan muamelesi görmesini Bosna’da gördüm.
“63-74 DÖNEMİNE AİT BİRÇOK BELGE ELİMDE MEVCUT”
Kitaplarınızı çok seven Kıbrıslılar var. Bosna'ya, Suriye'ye gittiniz. Kıbrıs'tan bir öykü çıkartma gibi bir hayaliniz var mı?
S.A: Elimde şu anda böyle bir hikâye var ama ne zaman yazacağımı bilmiyorum. 63-74 dönemindeki savaşla ilgili o döneme ait elimde birçok fotoğraf ve belgeler mevcut. Kıbrıs’taki insanların birçoğunun bilmediği şeyler belki olabilir. Hikâye var ama daha yazıp yazmama konusunda karar vermedim. Biz yazarların milleti ve dini olmaz. Ben gittiğim yerde bana plaket verdikleri zaman buradaki hemşerilerimden aldığım için çok mutluyum. Hemen diyorlar ki ‘siz buralı mıydınız?’. Diyorum yazarın memleketi olmaz. Bugün Trabzon'da bir ödül aldıysam oralıyım, Kıbrıs'ta alıyorsam Kıbrıslıyım. Dinimiz de yoktur, çünkü Türkiye çok dinlerin, milletlerin olduğu bir coğrafyadır. Yazdığımız her şeye dikkat etmek zorundayız. Yazacağımız her şeyin nereye gittiğini çok iyi bilmemiz lazım. Kıbrıs'ta da bir okur yaratabilmişsem ki öyle olduğuna inanıyorum, bu bana çok büyük mutluluk verir. Bir yazar hayatında iki şey yaratır. Bir; kitabındaki karakterler, İki; zaman içinde kendi okuru. Eğer ben de bir yazar olarak Kıbrıs'ta da okur kitlesi yaratabilmişsem ‘ne mutlu bana’ der geçerim.
Bir yazar için her zaman kitapları, romanları, çıkardığı eserleri çocuğu gibidir. Peki, sizin kitaplarınız içinden ‘tamamen kendimi anlattım, istediğim her şeyi kâğıda dökebildim’ dediğiniz eseriniz hangisi?
S.A: Bu soruya bir kitap üzerinden isim vermek için çok erken. Dönüp yaşamıma baktığımda şu anda iki oğlum var. Aynı gün doğdular. Ben onlara hep ikinizi de eşit seviyorum diyorum. Kitaplarım da benim için şu anda aynı durumda ama belki ilerde çok kitabım olduğunda, belki de hayatımın sonuna geldiğimde diyeceğimdir ‘bu kitap beni daha çok etkiledi’ diye. Şu anda hepsini büyük bir keyifle severek ve o hikâyelerin içine girerek yazmaya çalışıyorum. Türk okurunun algısı özellikle son yıllarda çok açıldı. Ben de elimden geldiğince onların okuma aşklarını daha yüksekte tutarak ve sürekli benimle birlikte başka yazarların kitaplarını da okuyarak sürecini götürmeye çalışıyorum. Şu anda yolun başındayım. Belki de en iyi kitabımı, en iyi hikâyemi bundan 20 yıl sonra en iyi sözlerle yazacağım.
“PİRUZE VE OĞULLAR BENİM HELALLEŞME KİTABIM”
Gerçek bir hayat öyküsüne dayanan ve en çok sevilen kitaplarınızdan biri olan Piruze’den biraz bahsedelim. Daha önceden verdiğiniz bir demeçte devam kitabı yazmayı pek sevmediğinizi dile getirdiniz. Peki, Piruze’nin öyküsünde sizi etkileyen ne oldu? Nasıl böyle bir seri oluşturmaya karar verdiniz?
S.A: Kitap bir hikâyeyi yazana kadar benimdir. Hikâye bir kitaba dönüşüp rafa girdiği zaman artık okura ulaştığı zaman okurundur. ‘Piruze’ kitabını 2011 yılında yazdığımda kitap artık okurundu. Böylece hak sahibi olan okur bana dedi ki, ‘bu kitabın devamı ne zaman gelecek, biz bu kitabın devamını istiyoruz.’ Bir okurum da mail atmıştı, "Eğer Piruze'nin devamı gelmezse hakkımı helal etmiyorum size." Okurun da şöyle bir özelliği var, ben Sinan Akyüz olarak tekim, ama okur karşınızda 10 binlerce. Şu anda ‘Piruze'nin 100 bin üzerinde okuru var. Birçok mail geliyor ve o maillerden sonra Piruze'nin devamı gelecekti ve artık hikâye onların olmuştu. Bana artık devamını bize yaz dediler, ben de çok devam kitabı yazma taraftarı değilim. Çünkü elimde bir sürü yeni hikâyeler var ve en son dayanamayıp dedim ki Piruze ve Oğulları benim helalleşme kitabım olsun.
“GAZETECİ İLE SİYASETÇİ KOL KOLA GİRERSE ÜLKE BİTMİŞTİR”
Şu an gazetecilik yapmıyorsunuz. Gazetelerin samimi bir ortamda iktidar yönergesi olduğuna inanıyorsunuz. Fakat muhalefet gazeteciler de var, bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
S.A: Birçok muhalif yazarlar, bugünkü sistemin Türkiye'de o tohumun yeşermesine su döken insanlar. O yüzden siz muhalif diyorsunuz ben demiyorum. Bunlara çanak yazarlar diyorum. Yazdıklarını da çok ciddiye almıyorum. Eğer siz 40 yıl boyunca televizyonlarda program yapıp, gazetelerde köşe yazıp da bugünkü süreci de siz hazırlayıp tohumu yeşertmişseniz, bu saatten sonra oturup ağlamaya hakkınız olmuyor. Bugün ben işsiz kaldım demeye hakkınız yok. Bizler, muhabirler işsiz kalırken onlar patronların katında tavla oynarken, gırgır yaparken, kaç bin dolar maaş alırken, patronun size villalar aldığı dönemde keyfiniz yerindeyken, alt tabakada çalışan bizler yani gerçek gazeteciler üç kuruş paralara uğraşırken, koştururken siz neredeydiniz? Birçok gazeteci maalesef omurgasızlıkları yüzünden ülkenin bu noktaya gelmesinde etkendir. Gazeteci ile siyasetçi kol kola girerse ülke bitmiştir zaten.
İncir Kuşları romanınızda tamamen gerçeğe dayalı bir hikâye anlattığınızı söylediniz. Hikâyenin içeriği tamamen gerçeğe dayalı mı yoksa sizin de kurgulayıp, kaleme döktüğünüz bir şeyler var mı?
S.A: Gerçek bir hayat hikâyesini yazarken kurgu tabii ki de bana aittir. O hikâyeyi nasıl anlatacağım. Ana aksanımızda bir hikâye var ve o hikâyenin de yan hikâyeleri, karakterleri var. ‘Suada’ diye bir karakterimiz var, ben Bosna’ya gittiğimde görüştüm. Suada’nın dışında da bir sürü kadın hikâyeleri var. Bosna’da şu anda 20’ye yakın kadın dernekleri var. Bunların en büyüklerinden birini buldum. Kadınlarla görüştürüldüm ama arada perdeler vardı. Kadınların sadece sesini duyuyorsunuz, kendilerini görmüyorsunuz. Oradan da bir sürü doküman ve bilgiler aldım. Sonra onları topluyorsunuz, yan hikâyelerinize yediriyorsunuz. Tabii ki ‘İncir Kuşları’ hikâyesinin hepsi tamamen gerçek. Oradaki kadınların zulümleri, yaşadıkları o savaşın nasıl çıktığı, o dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in oraya yaptığı yardımlar bunların hepsi birebir gerçek.
“KIBRIS’I ÇOK SEVİYORUM”
Kıbrıs’a belli sürede gelip gidiyorsunuz. Özel bir yeriniz var mı beğendiğiniz? Geldiğiniz zaman mutlaka gittiğiniz yerler var mı?
S.A: Benim hayatımda Kıbrıs’ta unutamadığım tek yer var. Ben doğa insanıyım, geldiğimde beş yıldızlı otelde de kalmam. Dipkarpaz’a muhakkak giderim. Orayı severim oradaki hayvanları, eşekleri falan. Gelince şeftali kebabını yerim. Yıllar önce geldiğimde yaşlı bir amca vardı. Oraya çok sık giderdim. Yöresel yemekleri, yemeyi içmeyi, doğal şeyleri seviyorum. Kıbrıs büyük bir köy benim için. Manastırları seviyorum, oraların fotoğraflarını çekmek bana keyif veriyor. Hala aklımdadır yaşlı Rum kadınları vardı, siyah giyimli. Benim için Kıbrıs budur. Dünyaya bir kez geliyoruz o yüzden bol bol gezmek, görmek, yaşamak lazım. Ben zaten yazdığım dönemde kendimi dört duvar arasına hapseden biriyim. Dışarı çıktığım zaman bunun aynısını bir otelde yapamam. Ben böyle bir insan değilim. Yazarlar da biraz hayatı farklı yaşamalı ki zamanı boşa tüketen insanlara en azından kitaplarla farklı bir hayatın olduğunu göstermeli, en azından oradan anlatmalıyız.
Fotoğraflar: Seher Gamze TİRE