Sınırda aşk
80’li yılların sonlarında doğdular… Biri güneyinde, diğeri kuzeyinde Kıbrıs’ın… Ne 60’ları, ne 74’leri yaşamışlar… Tanıştıkları güne kadar ne öbür taraftan doğru dürüst bir haber alabilmişler ne de Kıbrıslı dediğimiz ama Türk-Rum diye ayırdığımız insanlardan doyurucu bilgi sahibi olmuşlar… Aileler anlatmış o güne kadar ama anlatılanlar doğal olarak savaş yıllarında, gerginlik yıllarında yoğunlaşmış. Kuzey’deki Mehmet’in ailesi “eyiydik köyde ama çatışmalar başlayınca zor gurtardık gendimizi onnardan… Yardım edenner oldu ama onnar da gorktular çok…” dediler hatıralarında gezinirken…
Eleni ise “biriki komşumuz vardı, iyi geçinirdik, onlar gelirdi, biz giderdik… Babanla onların babası çok iş yaptılar birlikte ama olan oldu işte… Çatışmalar çıktı, her şey birbirine girdi” sözcüklerini duydu çoğu defa… Ama bu çatışmalar neden çıktı, ne oldu da ayrılıklar girdi araya, neden güvenmez oldu Kıbrıslılar birbirlerine çok bilgi sahibi olmadılar. Aslında çok da merak etmediler… Ta ki kapılar açılana kadar, toplumlar birbirlerini görene, tanıyana kadar… İşbirlikleri çoğalana kadar… Kapılar kapalı iken de buluşmak için insanlar başka ülkelere uçuyor veya ara bölgede bir yerlerde oturup konuşuyorlardı… Kısıtlıydı, tepki alınıyordu, buluşmaların amacı başka yönlere çekiliyordu.
***
Kapılar açıldı ve neredeyse her gün, her saat yapılan buluşmalara, konuşmalara tepki koymak artık akıl işi değildi. “Kıbrıs Cumhuriyeti Pasaportunu” yasaklamak isteyenlerin de bu pasaportun sahibi oldukları da öğrenilince artık hiç akıl işi değil doğrusu…
***
Neyse, işte bu buluşmalardan birinde değil ama gezmek için Ledra Yolu’na geçişinde Mehmet’in karşıdan gelen Eleni’yi bir kuğu gibi süzülüp geldiğini görmesine kadar her şey sıradandı… O sıradanlık o andan itibaren bitmişti artık… Mehmet’in yanından geçti Eleni… Gözlerini ayıramadı Mehmet ondan, arkasından baktı da baktı… Eleni de ilgisiz değildi Mehmet’e… Belki Mehmet’in ona bakışı Eleni’yi etkileyen şey olmuştu… Hoşuna gitmişti, gururlanmıştı, o da bakmıştı yürüyüp giderken…
Bu bakışmalar sanki çekti birbirine mıknatıs gibi… Yanlarındaki arkadaşları uzaklaştı onların birbirlerine doğru çekildikleri anda… Önce ‘merhaba’ dedi biri, diğeri ‘kalimera’… Şaşkınlıkları uzun sürmedi, İngilizcede buluştu sözcükler… Yürüdüler, oturdular, kahve içtiler, sohbet ettiler… Baktılar ki gece bitiriyor artık o günü… Ertesi güne yol almış saatler… İstenmese de ayrılma saati… Ama ertesi gün bu kez Lokmacı’nın kuzeyinde buluşma sözü… Buluştular yine, konuştular, gezdiler… Günler, haftalar, aylar geçti böyle… Artık ciddiye binmişti ilişki… söylenmeliydi ailelere…
***
Söylediler ama her iki tarafta da aynı tepki vardı; “Delirdin mi sen?”
Belki de delirmişlerdi, sevmişlerdi çünkü… Deli olmak değil miydi aşık olmak, mantığı azat etmek değil miydi? Duygularda yaşamak değil miydi? Doruklarda, iki benlikte, hiçbirşey umursamadan, görmeden, duymadan yaşamak değil miydi? Delilikse delilikti. Yaşayacaklardı o aşkı, sonucuna katlanmayı göze alarak…
***
Ve yaşamaya devam ettiler, ailelerin onayı olmadan… Bir o tarafta bir bu tarafta… Belki otellerde, belki arkadaşlarda… Bıkmadılar usanmadılar birbirlerinden… Kaçak yaşamak hiç dertleri değildi. Onlar böyle de mutluydu, ta ki tanrının onayıyla! yumurtanın döllenmesine kadar… Şimdi ne olacaktı? Ortak bir ürün vardı ortada… ‘Aldırmak mı yaşatmak mı’ ikilemi… Ya aileler?!.. Onların haberi olmalı mıydı? Olursa kararları etkilenmez miydi?
En iyisi söylememek ve beklemek diye düşündüler… Aylar geçti, Eleni’nin karnı büyürken ailelere göründüler azacık da olsa… Büyükler, o birliktelikten haberleri olmasa gibi davransalar da öncesinde çok da şaşmış gibi görünmediler Eleni’nin büyüyen karnına bakınca… Şaşmadılar ama ilgilenmediler de…
***
Artık doğum günleri geldi… Çocuk kız olacak… Adı Maria mı olacak yoksa Ayşe mi? Dini ne olacak? Hıristiyan mı Müslüman mı?
Anne? dedi Mehmet yardım beklercesine… Baba? dedi Eleni ilgi göstersinler diye… Olmadı. Çocuk doğdu. Adı ne mi oldu? Bilmiyorum, ne önemi var ki zaten… Üstelik de kızının doğduğu gün Mehmet’e kendinin hiç görmediği babaannesinin de aslında bir Rum olduğu söylendiğinde… Şimdi Mehmet neydi?
***
2013 yılında yayımlanan ve kısa öykülerden oluşan ‘Başlangıç’ kitabımdan bu öyküyü buradan da yayımlamak istedim. Bugünlerde iyi gelir diye düşündüm.
Kilise-camii yarışı
Lefkoşa Sanayi Bölgesi’nin başka bölgeye taşınması için hükümet kararı var. Ancak bakıyoruz Zorlu Töre bölgeye cami için temel atıyor… Sadece Töre değil, Hacı Sunat Atun ve Ersin Tatar’la birlikte… Bölge taşınırken camii de mi taşınacak? Yani bölgede çalışanların ibadetlerini yerine getirmeleri için yapılan camii, çalışanlar başka bölgeye gittiğinde camii’nin de mi gitmesi gerekecek yoksa nasıl olsa camiiler için para çok mu! Okullar, hastaneler için bulunamayan para, camiiler için olukla geliyor… Haspolat’taki devasa camii, Zorlu Töre’nin “kiliselerin sayısını geçmeliyiz” türünden konuşması hatırlandığında zaten kat be kat geçer gibi görünüyor… Öyle bir yapı ki o camii ve külliyeye kaç para harcandığını kimse bilmiyor. Daha önce de defalarca sorduğumuz gibi o paranın nereden, kimlerden geldiğine kimse yanıt vermiyor. Ama o yetmedi, her yere, her bölgeye, her mahalleye bir camii yapma kampanyası çoktan başladı. “Bizim camilerimiz onların kiliselerini dövecek” gibi çok basit, anlamsız bir bakış açısıyla…
FETÖ’müz eksikti
Bir FETÖ’müz esikti. TC’nin Lefkoşa Büyükelçisi bir basın toplantısı düzenlemiş ve burada da FETÖ’cü olduğunu söylemişti. Böyle söylenen kişiler (tabii öyle midirler değil midirler bilemeyiz) çemberin daraldığını hissetmişler ve ülkeyi terketmeye çalışmışlar ama yapamamış ve 17’si çocuk 45 kişi yakalanmışlar. Zaten tuhaf gelişmeler ama daha tuhaf olanı hemen bu olayı da hemen kanıksamış gibi davranıyoruz.
Keşke
Kiliselerimizin, camiilerimizin sayılarıyla değil, tutuculuk, şövenizm ve paylaşamama konusunu en aza indirebilmek, barışı en fazla zorlayan kim! diye bir yarışa girsek keşke!..
İnsan coşkunluk anlarında olabildiğince bencildir. O dakikada kendisinden daha ilginç daha çekici bir konu olabileceğini düşünmez dünyada.
Tolstoy