Sıraya girmeyen satırlar
Ekim’di.
Toprağın, tohumun, filizin en sevdiği mevsimdi.
O gün yere düşen saçlarıma bakmış, göz pınarımdan usulca süzülen yaşla ıslanmış, dudağımın ucunda asabi bir titreyişle yutkunmuştum.
Neredeyse omuzlarıma kadar geliyordu saçlarım, henüz “ak” girmemişti araya...
O saçlarla birlikte hayatımın bir dönemi de dökülüyordu.
Üzerine sinmiş ergenlik dürtüleri vardı, ilk yürek sarsıntılarının ardından pespembe parmakların dokunuşları, utangaçlıkları vardı yeni yetme öpüşlerin, telaşı vardı büyümenin…
Üç hafta önce evlenmiştim.
Ve askere gidecektim…
O gün, sonrasında hiç o kadar uzun olmayacak saçlarımı, köhne bir sokağın dibinde, öncesinde hiç bilmediğim ve daha sonra hiç görmeyeceğim bir berberin makasına terk ettim.
Ve ertesi gün acemi bir er’dim.
İlk komut geldi: Şimdi çantalarınızı sol ele alınız ve sıraya giriniz!
Hep birileri sıraya koyuyordu bizi, doğduk doğalı...
* * *
Baran, henüz ana karnındaydı, o büyük uyanış yaşanırken...
İlk mitinglerde bebekti…
Çok küçük yaşta vermiştik kreşe…
Bir gün öğretmeni aradı, “babası da gelsin” dedi…
“Çocuğunuz kurallara uymuyor, öğle yemeğine yürürken dahi sıraya girmiyor…”
Bu ne güzel bir haberdi böyle (!)
* * *
Çok tatlı bir fotoğrafı var, elinde pankart, eylemlerde…
Kıbrıs’ta barış engellenmeyecekti!
Ve kuşaktan kuşağa aktarılan “düşmanlık öğretisi”ne karşı bizim çocuklarımız “gez, göz, arpacık” bilmeden mavi bir pencereden bakacak, tekmil vermek için avazının çıktığı kadar bağırmayacak, gün batımının kızıllığında omzunu bir tüfeğe yaslamayacaktı.
* * *
Eve kağıt geldi önceki gün.
“Yoklama…”
Yani askerlik.
Oğlum için!
Daha yeni yeni bitmişti bizim seferberlik.
Oğlum büyümüştü!..
Ve büyümek dediğin, toprağa karışan babanın gülümsemesi, askere çağrılan evladın tereddütlü bakışı, bir annenin gözlerinde biriken çığlığıydı...
* * *
Kıbrıs’ın en büyük utancı bitmelidir.
Çözüm gelmelidir.
Kıbrıs sorunu sonlanmalıdır mutlaka.
Evlatların askere gitmemesi dahi, çözüm için tek başına yeterli bir sebeptir.
Ve askerlik kalkmalıdır, ilk adımda...
Bundan daha büyük bir “güven yaratıcı adım” olamaz.
Üstelik kocaman bir yalandır ortada duran...
Kimsenin kimseye ne saldırdığı vardır ne de korunması gereken sınırlar!
Toplumları birbirine kırdıran ve bu acılı coğrafyayı bölenlerin bir “düşman”a ihtiyacı vardır ve bu duygu yaşatılsın diyedir askerlik!
Psikolojik bir dayatmadır.
Kimsenin kimseyi incittiği yoktur, senelerdir.
Kimi anlarda yaşanan kışkırtmalar, çatışmalar, gerginlikler de planlıdır.
“Gördünüz mü” denmesi için!
* * *
Adanın güneyinde eğitim görüyor oğlum, senelerdir...
Ve nasıl yani?
Bu çocuklar ki aynı sıralarda okuyorlar; karşılıklı cephelerde birbirlerine karşı silah mı tutacaklar?
Kimi kimden koruyacaklar acaba!
Siz ki şimdi kapı kapı dolaşanlar, köy kent gezenler, tek bir söz veriniz bana...
Tek bir söz:
“Silahsız, askersiz, sınırsız bir ada.”
Yeter de artar bile…
Kim ‘çizdi’... Ve kim ‘kışkırttı’?
Afrika gazetesi ve Şener Levent üzerinden yaşanan gelişmeler üzücüdür.
Çok kişi bana Afrika’daki “karikatür”ün hangi gazeteden alındığını ve kimin olduğunu sordu.
Kıbrıslı Rum gazeteciler dahil !
Öyle anlaşılıyor ki, bu amatör “kes-yapıştır” düzenlemesi, bir sosyal medya pespayesinin işidir.
Böyle bir resmin yayınlanması yanlış bir editoryal tercihtir, bu yönde geniş bir uzlaşı vardır.
İdealist bir dostum bana çıkıştı:
“Ortada çok açık bir kışkırtma var, görmüyor musun?”
Meseleye daha geniş bakalım.
Bir yayının içeriğine katılmak ya da katılmamak başka, denizin ötesinden bir bakanın, bu ülkeye müdahalesi bambaşkadır.
İllaki ki “kışkırtma” diyorsanız, şunu da görmek gerekir, insanlar ne zaman gerilmiştir?
Ne zaman karşı karşıya gelmiştir?
Samimiyetle söyleyiniz.
Karikatürün yayınlandığı gün mü yoksa bakanın açıklaması sonrası mı?
“Bu şerefsizlikler yanlarına kar kalmayacak" gibi tehdit eden ve genelleyen ifadeler, “Bunların Türk milletinin inançları, kültürel mirasıyla uzaktan yakından alakaları yok” diyerek aslında geniş bir kalabalığa yönelik göndermeler asıl kışkırtma değil midir?
Bu toplum “maaşın kaç senin” diye azarlanan başbakanı da anımsar, “besleme” çıkışlarını da...
“Normal şartlarda Kuzey Kıbrıs topraklarının Türkiye’nin bir vilayeti olması gerekiyor. KKTC Türkiye’nin denizaşırı bir vilayetidir” diyen Başdanışman Yiğit unutulmuş mudur peki?
Tepki topluma uzaktan “ayar çekilmek istenmesi”ne yöneliktir.
Böyle olunca da sahip çıkılan, iradedir, özgürlüktür, varlıktır.
Yoksa ilgili yayın için doğrudur, iyidir, mizahtır, ifade özgürlüğüdür diyen pek az insan vardır.
Notcuklarım
- Başbakan Özgürgün’ün özel hayatına ısrarla dahil olmuyoruz...
Elbette bunun için alkış beklentimiz yok da en azından üstümüze gelmeyiniz bu kadar!
- “Nereden Buldun Yasası” olsa ve gerçek bir denetim; Başbakan dahil çok insan ne yapar, ne eyler meraktayım!
- “Devlet”in mali denetimi için yetki Sayıştay’ındır. Sizce bu Sayıştay, bu Başbakanı denetler mi? (Başbakan’ın avukatı “Denetimi tüm yasal organlara açık olan banka hesapları...” demişti...)
- “Başbakan hakkındaki iddialar seçime yönelik” falan diyorlar da, istihbarat en fazla UBP’lilerden akıyor !
- Aralık ayını yaz mevsimi gibi yaşıyorsak ve halen “casino turizmi”nde ısrarlıysak, yazıktır!
- Türk Lirası eridikçe, güneyden Euro akıyor! Dün gözlerimle gördüm, Arasta’ta sıra bekleyen Kıbrıslı Rumları... “Perde” en gözde ürün!
- Bir sonraki seçime bakalım “erken emekliliği” kim kapacak...
- Sigortalarda emekli yaşı 50’den 60’a çıkmıştı...
Ah benin canlarım, ah patlıcanlarım!
“düş bitmeden sen bitme
bitmeden sevgi gitme...”
Yılmaz Odabaşı