SİRENLER ÇALIYOR
Sirenler çalıyor. Geçmişin içinde... Bak, kaç masum insan ölecek şimdi kim bilir. Kaç bomba düşecek insanların evlerine, sokaklarına, memleket dedikleri ve bin bir çiçeğin açtığı Beşparmak Dağlarına. Kaç nacak, kaç balta, kaç piyade, Thomson, bren, A4 delip geçecek duvarları, bedenleri, kalpleri... Sonrasında kan ter içinde körleşen gözlerimizle etrafımızda kaç arkadaşımızın ölüsünü sayacağız? Kaç litre kan dökülecek daha bu Kanlı Dere’ye, bu adanın makus tarihi daha ne kadar gözyaşı içecek ? Sonrasında oturup sayacağız kayıplarımızı değil mi? Söz ver. Kayıp derken kalanları değil gidenleri sayacağız, unutma. Sevdiklerimiz kaç bahar daha göçmen kalacaklar uzaklarda ya da şu yeni yetme genç çocuk kaç defa daha düşünecek gitmeyi uzaklara? Kaç sınav verecek, çok gözyaşı dökecek kurtulmak için. Kurtulmak, memleketinden. Oysa ki kaç sevişme sonrası, nefes nefese bakmıştı yüzümüze, önce ağlayarak, sonra gülerek, şimdi yine ağlayarak bu genç yaşında. Nereye gideyim, hangi okula, hangi memleketin nefesine varayım, nereye dağılayım? Bulamasın beni kimse diyecek o genç ve yabancı bir köprünün korkuluğuna yaslanıp şiir okuyacak: Faize’nin şiirine yaslanıp ağlayacak şimdi, “Kaybedecek neyimiz kaldı sanıyorsunuz, yurdumuzu kaybettikten sonra / Bir tek şey isterim sizden, sevmeyin beni. Sevmesin beni hiç kimse annemden başka.”
Sirenler çalıyor. Bir ambulans geçiyor Yenişehir ışıklarından, yazarı vurmuşlar, halen katilini bulamamışlar. Oysa ki savaşın bitmesiyle bakmıştık bize kaç kapı kaldığını. Kaç dostumuzun hayatta kaldığını sormuştuk eşe dosta. Adanın dört bir tarafına mesken edildikten sonra, dağılan köylerimiz, kasabalarımız, Şeher’imiz... Bak şimdi bu sokakların insanları birer birer gittiler. Her evin oturma odasına kayıplarımızı ve uzaklara gidenlerimizin resimlerini astık. Kayıplarımızın her ölüm yıldönümünde mezarlarına çiçekler ve dualar bıraktık. Gidenlerimizi aradık, aradık, sonra onlar da kaybolup gittiler uzaklarda zamanla bulamadık. Yaseminlerimizi bir bir kuruttuktan, fabrikalarımızı kapattıktan, ağaçlarımızı kesip yerine yeni betonlar diktikten ve emeğimizi erittikten sonra kimsesiz kaldık işte. Çok oldu. Kaç beden daha çürüyecek, ölü ya da diri, zaman geçtikçe ve körleştikçe bu topraklarda?
Barış değil savaş mı istiyorsunuz? Söyleyin kan ter içinde kaç ölü daha taşıyacağız mevzilerden mezarlara? Farkındasınız değil mi, babalarımız, annelerimiz ne kadar dalgın bakıyorlar şu geçen bulutlara, şu ufka, şu hayata? Kaç köpek daha uluyacak, kaç fitne fesat yaratılacak, ne kadar memleket sevdalısı vurulacak, katledilecek, kaç baharın ertesinde mevsimi geldi artık diyenler boynunu bükecek, bitecek mi herşey? Ne kadar çok soru işareti var hayatımızda değil mi? Belirsiz, ufuksuz, yalnız sorular.
Sirenler çalıyor. Etrafımda mavi, kırmızı, beyaz ışıklar. Beşparmak Dağları’nın yanından geçerken bayrakların rengi, polis arabasının ışıkları, takipte. Ben dünü düşünüyorum. Yarın çok uzak. Dün olduğu gibi bak bugün de yine yabancılar tehditler savuruyor. Kendini bu toprağa “ait” hissetmeyen, dolayısıyla buralı olmayan insanlar küfrediyor. Oysa ki her nerede doğarsa doğsun yeter ki tüm “halkların kardeş” olduğuna, tek memleketin bu sonsuz mavi gökyüzü olduğuna inanmalı insanlar. Yaratılan düzenin bir parçası olmayı ve sömürülmeyi reddetmeli herkes, terini akıttığı bu toprağı sevmeli nereden gelirse gelsin, insanıyla birlikte, kültürüyle sahip çıkmalı. Ucuz kahramanlıklar peşinde koşup koşup terleyeceğinize, oturup ders çalışmalı, hukuk nedir, insan hakları nedir, ırkçılık nedir, faşizm nedir onu öğrenmeli. Bir de bizi öğrenmelisiniz, kimiz, hangi savaşta kaç kere göç ettik, kaç kere sevdiklerimizi kaybettik. Nefretin dili, dini, milleti yok, biz barışı inşa ederken, siz kin ve nefret inşa ediyorsunuz. Size öğüdüm, illa ki vuracaksanız Sn.Kutlu Adalı’yı vuran faşistler gibi, 1963’te dedemi katleden faşistler gibi vurun. İkisi arasında bir farkınız yok, aynısınız, bunu bilerek vurun.
Sirenler çalıyor. İnsan kendini bir özgürlük yanılsaması içinde hissediyor. Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan devletin düzeninde insanlar çaresiz ellerine tutuşturulan kaderlerinin eriyip gittiğini seyrediyor. Geleceği belirsiz ve yine kimsesiz. Ekonomik bir darboğaz, “daha çok din” odaklı dayatmalar, daha fazla satılan topraklarımız, göç düşünen daha çok genç. Görüşme masalarında kırmızı çizgiler, aşılamayan engeller, garantörler...
Sirenler çalıyor. Kalkın! Çocuğunuz kapıda elinde diploması, kalemi bekliyor, sarılın ve el sallayın. Ona yeni bavullar hazırlayın: Gidip yeni bulduğu topraklarda, korkusuz, bir köprünün korkuluğuna yaslanıp size ağlayacak. Siz, elinizi öpüp gittiğinde arkasından sakın ola ağlamayın.
Kalkın!
Halen uyuyor musunuz?
*Faize Özdemirciler, “Sevmesin Beni Hiç Kimse Annemden Başka” isimli şiiri.