Siyah-Beyaz Bir Fotoğrafın Açık-Gizli Dili ve Hatırlattıkları
Hayatta gördüklerimiz, yaşadıklarımız, eylediklerimiz kadar; gördüklerimizin, yaşadıklarımızın, eylediklerimizin bizlere hatırlattıkları da bir o kadar önemli ve bir o kadar hayatımıza içkindir.
Hakkı Yücel
[email protected]
"Bir gün mutlaka..!"
Fotoğrafların iki büyük marifetinin olduğu söylenebilir: Hem yaşanan anı ve o ana içkin gerçekliği sabitliyorlar, hem de o yaşanan anı ve ona içkin gerçekliği sonsuz kılıyorlar. Beyhude ölümsüzlüğü arayan insanoğluna anlık dokunuşla deklanşörün sunduğu bir mucizedir bu ama heyhat ki bir yanılsamadır da. Öyledir, çünkü o fotoğraflara baktıkça hep aynı anda yaşanan ve orada donan zaman aslında çoktan “geçmiş”e karışmıştır; “geçmiş” olmuştur. Üstelik “geçmiş” olmakla kalmamış hatta o “geçmiş”i değiştirmiştir. Öyle ya, şimdi ona bakarken hatırladıklarımız ve dahası hatırladıklarımıza dair anlattıklarımız o güne ait gerçek(lik)lerin bugün yeniden kurgulanarak/yaratılarak dillendirilen hikâyelerinden başka nedir ki!? Bir fotoğrafın her zaman gösterdiğinden daha fazlası olduğu iddiasının haklılığı da orada sabitlenen görüntüye/görüntülere bakan tarafından ona yüklenen anlamların çokluğundan ve çeşitliliğinden kaynaklanıyor olsa gerek.
Bu çokluğu ve çeşitliliği yaratan ana neden ise aradan geçen zamanın salt süre olarak fazlalığı değil içerik olarak da sahip olduğu çok boyutlu ağır yük. O fotoğrafı hem bir hatıranın ebedi resmi ve hem de doğurgan bir hafızanın parçası kılan ve de şimdilerde pek olmayan da galiba bu. Günümüzde (günümüzün dijital dünyasında) artık her anın ardı ardına çekilen ve âdeta bir çöp yığını hâlinde biriktirilen, ulu orta paylaşılan ve sürekli yenileriyle ikame edilen fotoğrafları, ne hatıraya dönüşecek zaman aralığına/genişliğine ne de hafızaya dönüşecek, onun parçası olacak anlam ve duygu yoğunluğuna/ağırlığına sahip sanki. Boş gösterenler gibi, dili de yok, anlamı da, ruhu da.
Yanılıyor muyum?
Üzerinden neredeyse yarım yüzyıl geçmiş, üniversite yıllarına -olaylı yıllara- ait siyah-beyaz bir fotoğrafın birdenbire karşıma çıkmasıyla aklıma düştü bütün bunlar. Bir nedenle karıştırdığım eski bir kitabın sayfaları arasına sıkışmış. Daha çok eylem hâlinde, onun değiştirmeye muktedir isyankâr gücünde var olmanın coşkusunun/heyecanının, adını koyalım “devrim” coşkusunun/heyecanının, yaşandığı günlere ait. Pankartlarıyla yürüyen gençlerden oluşan kalabalık bir grup arasında yer alan -muhtemelen öldürülen bir devrimcinin cenaze töreni; “bir ölür bin doğarız” günleri-, kameraya yakın durduğu ve o yöne baktığı için yüzü belirgin olarak açığa çıkan candan bir dosta/yoldaşa ait fotoğraf. Arkasına, o günlerin ruhuna uygun olarak, illa ki gelecek, her şeyin olması gerektiği için ve de gerektiği gibi olacağı, o büyük zafer gününü müjdeleyen notu düşmeyi de ihmal etmemiş: “Bir gün mutlaka..!”
Birkaç zamandır durup durup o fotoğrafa, daha çok da artık hayatta olmayan dostumun, o dönemin ruhunu yansıtan, aşinası olduğum, o iklime ait havayı soluyan hepimizi temsil eden yüzüne -bir insanı en çok ele veren yüzü değil midir-, yanına, kutsal bir metnin/inancın ayeti kertesinde tekrarlanan “Bir gün mutlaka..!” notunu da katarak bakıyor, baktığım o yüzün aynasında fotoğrafın açık/gizli dilini, yani görünenin gösterdiği ile görünmeyenin sakladığının ne olduğunu çöz(ümle)meye/anlamaya çalışıyorum.
Aradığım bir şey mi var?
Böyle bakınca, o yüzde aynı anda yer alan/yansıyan iki karşıt hâlin/duygunun -yoksa bana mı öyle geliyor- biraradalığını; insanın ait olduğu yer ve zamandaki (“şimdi”deki) somut varlığıyla, ait olmadığı yer ve zamandaki (gelecekteki) soluk sureti arasındaki farktan doğan mı demeliyim, gerilimli ilişkinin ifadesi olarak görüyor/algılıyorum. Bir yanda, aşikâr olarak gördüğüm/görünen, yaşanan “an”ın (dönemin) talepleriyle örtüşen -ki bunlar, inanç mertebesinde kutsanan, hâliyle kesinlikleri tartışılmaz doğruları koşulsuz sahiplenen bir bilincin (ideolojik bilinçin) belirlediği taleplerdi ve de her şey bu kadar kesin olunca yaşanan sorunların kaynağı da, yürünecek yol da, varılacak hedef de belliydi-, ruh hâlini yansıtan kendinden emin yüzdü. Gözlerde umudun, coşkunun, inancın kıvılcımlarının parladığı (hepimize ait) bir yüzdü bu ve dahası yine aynı bilincin (ideolojik çerçevenin) zemin teşkil ettiği, “ben’i-birey’i” kuşatarak “biz” güzellemesiyle aktardığı ve parçası kıldığı “grup kimliği”nden doğan fazladan gücü ve öz güveni de içeriyordu. Gördüğüm/görünen bu olunca amacı/hedefi belli (teleolojik) sürecin zafere ulaşması, artık bir temenninin, ham bir hayalin çok ötesinde, mutlak bir hakikatin ifadesi olarak açığa çıkıyordu: “Bir gün mutlaka..!”
Ancak o fotoğrafa ve oradaki dostun/yoldaşın yüzüne daha delici gözlerle baktığımda -şimdilerin deyimiyle derin bir okumada- görünen/gördüğüm bu kadar değildi. Bana mı öyle geliyordu, o kendinden çok emin yüzün kıvılcımlar çakan bakışlarının ardında, (aşikâr olan görüntünün ardında gizlenen) aynı anda bir görünüp bir kaybolan, kazındığında altında başka yazılar çıkan parşömen kâğıdı (palimpsest) misali, tereddüt bulutları geziniyor, fotoğrafta anlatılan hikâyenin anlatıldığı kadar olmadığını ima ediyordu. İyi de eğer anlatılanlar bu kadar değilseydi, eksik kalan(lar) neydi ve bu kanıyı doğuran ne olabilirdi?
O gün bunu ifade edemiyor olsak da (ister inancın kendi bilincinin özgür bilince/düşünceye öncelenmesinden ve kutsiyet kertesinde sahiplenilmesinden; ister “grup kimliği”nin görece sağladığı varoluşsal/zihinsel konformizmden) galiba şuydu: Kuşku. İnanç mertebesinde kutsanan ve kabul edilen, teleolojik (istikameti ve hedefi belli olan) yol haritasına ve onun eleştiriden/sorgulamadan azade, tek doğru olarak kabulüne karşı duyulan kuşku. Sadece yaşanan an (dönem) için değil, henüz yaşanmamış geleceğin belirsizliğinde -yeni bir zaman ve mekânda- dahi geçerli kabul edilecek kertede belirleyici olan/öyle kabul edilen ideolojik çerçevenin hiçbir eleştiriye -ve de yanlışa- kapı aralamamasının, öyle ya da böyle, ister “durumsal” ister “varoluşsal” dürtülerle, mevcut yapıya/anlayışa karşı kuşku duyması ve bunun da zihinsel sarsıntılara yol açması kaçınılmazdı. Bu sarsıntının bir sonucu ise, ideolojik çerçevesi çizilen ve koşulsuz tabiiyeti talep eden “grup kimliği”nin baskıladığı “ben-birey”in bu kuşatmadan azade olması, bir başka ifadeyle mutlak ideolojiden özgür düşünceye, eleştiriye, sorgulamaya kapı aralaması demekti. İşte o kesin ve keskin bakışların ardında gezinen tereddüt bulutları da buradan kaynaklanıyor, bir bakıma mevcudun aksine çok daha doğurgan bir süreci haber veriyordu.
Böyle miydi gerçekten? Yıllar önce, o tarihsel dönemin ruhunu yansıtan fotoğrafta genç bir üniversiteli olarak yer alan, teslimiyet gücü kendinden çok fazlası (hepimiz) olan dostun/yoldaşın aklından bütün bunlar geçmiş miydi, kendinde bu gel-gitleri yaşamış mıydı; yüzünde gördüğüm/görünen karşıt hâllerin/duyguların yansımaları onda mevcut muydu; yoksa şimdiden geçmişe bakarak anlatılanlar, aradan geçen bunca zamanın tarihsel yükünün de geniş ölçekli katkılarıyla, o günlerin bir tanığı tarafından, bugünden bakılarak yazılan yeni hikâyesi miydi?
Hayatta gördüklerimiz, yaşadıklarımız, eylediklerimiz kadar; gördüklerimizin, yaşadıklarımızın, eylediklerimizin bizlere hatırlattıkları da bir o kadar önemli ve bir o kadar hayatımıza içkindir.
Üzerinden uzun yıllar geçmiş siyah-beyaz tek bir fotoğrafın görünen aşikâr ve de görünmeyen gizli diliyle anlattıkları da işte budur. Yaşadığımız geçmişin, bugünden o geçmişe bakarken hem hatıra olarak yeniden anılmasının/kurgulanmasının ve buradan hareketle hem de o günden bugüne ve de bugünden yarına akacak doğurgan bir hafızanın parçası hâline dönüşmesinin hikâyesidir. Kim bilir, yolu tıkanan o olması gerekeni içkin, yeni bir dünyayı müjdeleyen “Bir gün mutlaka..!” özlemine yeni yollar açacak ve onu hakikat kılacak olanakları sunacak olan da bu türden yazılan hikâyelerin çokluğu olacaktır.