1. YAZARLAR

  2. Niyazi Kızılyürek

  3. Siyasal Ataerki ve Bölünmüş Türkiye
Niyazi Kızılyürek

Niyazi Kızılyürek

Siyasal Ataerki ve Bölünmüş Türkiye

A+A-

Geleneksel toplumlarda ataerkil yapı birbiriyle bağlantılı üç “baba” figürüne dayanıyordu. Aile Babası, devletin Babası Kral ve “Babaların Babası” Tanrı...

Aydınlanma üç “baba” figürünü de yerinden etti. Sekülerleşen modern dünyada bir yandan her şeye hakim olan Tanrı’nın varlığı sorgulanırken, diğer yandan da yeryüzündeki temsilcilerinin siyasi varlığına son verildi. Egemenlik kraldan alınarak halka devredildi.

Siyasi ataerkilliğe karşı ilk eleştiriye 1681 yılında İngiltere’de yazılan bir metinde rastlıyoruz. İngiliz polisi tarafından ele geçirilen metin “Marbus Gallicus” başlığını taşıyordu. Yani, “frengi” hastalığı anlamına gelen “Frenk Hastalığı”...

Gelgelelim metnin “frengi” ile hiçbir ilgisi yoktu. Bu başlık sadece bir kamuflajdı. Metnin esas derdi Fransa’da yaygın olan ataerkil mutlak monarşi düzeniydi ve yazarı da ünlü John Locke’tu. John Locke siyasi ataerkinin sözcülüğünü yapanlara “neden bir insan büyük kardeşinin yönetimine tabi olsun ki,” diye soruyordu ve “insanlar nasıl bir yönetim istediklerine kendileri karar vermelidir” diyordu. John Locke siyasi ataerkil yapının yerine insanların özgür iradeleriyle oluşturacakları bir yönetim biçimini gündeme getirerek, “toplumsal sözleşme” tezini öneriyordu.

Yıllar sonra İmmanuel Kant “tebaasını iradesiz çocuklar gibi pasif davranmaya zorlayan baba-hükümetin düşünülebilecek en büyük despotizm” olduğunu ileri sürecekti. John Lock’un yazdıklarından bir asır sonra Fransız İhtilali siyasi ataerkil yapıyı yıkarak onun yerine “kardeşliğe” dayalı cumhuriyet düzenini kurdu. Burada söz konusu olan kardeşler babalarını “katleden” erkek yurttaşlardan ya da babalarını “katlederek” yurttaş olan erkeklerden başkası değildi. Onlar bir anlamda “baba katiliydi”. Monarşiye son vermişlerdi ve bu yüzden de “babasız” kardeşlerdi. Jean Paul Sartre’ın dediği gibi, “kendi kendilerini yaratan, ya da devrimin yarattığı babasız kardeşler...”
Türkiye’de “baba” figürünün hiçbir zaman “katledilmediğini” söyleyebiliriz. Siyasi ataerki bütün modernleşme çabalarına rağmen güçlü biçimde devam edegeldi. Bu yüzden de çocuklar toplumsal bir sözleşme etrafında bir araya gelen özgür yurttaşlar olamadılar.

Hem Kemalist, hem de Muhafazakar/dindar elitler “tebaasını iradesiz çocuklar gibi pasif davranmaya zorlayan baba-hükümet” anlayışına sahiptirler. Muhafazakârlığın temelinde zaten güçlü bir ataerkil yapının olduğuna şüphe yoktur. Muhafazakârlar “baba” figürünün korunmasını isterler. Çünkü babalar “düzeni” sağlarlar ve muhafazakârlık için “düzen” özgürlükten önce gelir. Kemalizm, radikal modernleşmeci bir akım olarak “Geleneğe” karşı bir tür “Kültür-Savaşı” başlatmış olmasına karşın, Devlet ve Otorite anlayışı açısında son derece muhafazakârdı. Kemalist modernleşme saltanata son verdi ama onun yerine güçlü bir siyasi ataerkil yapı kurdu. Devletin kurucusu kendisine “Türklerin Atası” adını verdi. Kurduğu düzende de yurttaşlara “hür yurttaş” değil, olgun olmayan çocuk muamelesi yapıldı. Muktedir elitler kendilerini “koruyucu hami” olarak konumlandırdı ve halkı toplum mühendisliğine tabi tuttu.

AKP ve Erdoğan bu düzene son verdi. Pragmatist açılımlar yaparak yola çıkan AKP, Türkiye’nin AB üyeliğini ön plana çıkardı ve dış konjonktürün de yardımıyla elini güçlendirdi Kemalist Vesayet Rejimini kırmayı başardı. Fakat AKP’nin “Geleneği” ihya etmek adına takındığı tavırlara baktığımız zaman, ataerkil yapıyı ve yasaklayıcı ve yönlendirici baba figürünü aynen koruduğunu görürüz. Bir zamanlar “Atası etrafında örgütlenen toplum”şimdi yerini “Reis etrafında örgütlenen topluma bıraktı...

Kısacası, günümüzün Türkiye’sinde “Elitist-Laik-Otoriter Düzen” sona erdi ama onun yerine “Muhafazakâr-Otoriter” bir düzen kuruldu. Halkın iradesi “milli irade” olarak fetişleştirildi ve halk kavramına dışlayıcı bir “yerelliğe” ve dinsellikten mülhem “milliliğe” dayalı yeni bir içerik kazandırıldı. Bu anlayışta halk, yurttaşların tümünü kapsayan siyasal bir kavram (demos) değil, belli kodlarda yaşam-biçimini şekillendiren etnik-dinsel-kültürel bir toplumdur. Yurttaşlar toplumu” yerine, cemaatçi bir halk anlayışı geliştirildi ve halk, dini-kültürel bir hayali kategoriye indirgendi. Bu “hayali cemaatin” dışında kalanlar, halka “yabancı”, “dejenere” kimseler olarak görülüyor ve dışlanıyor.

Almancada “halk-cemaati” anlamına gelen Volksgemeinschaft sözcüğünün anlatmak istediği gibi halk, milli, yerel ve organik bir öz olarak yeniden tanımlanıyor. Bu “ruhu” temsil edemeyenler hayali kurgunun dışında kalıyor ve horlanıyor.

Kısacası, artık halk siyasi bir oluşum değil, siyasi oluşumların üzerine bina edildiği dinsel-kökene ve yaşam-biçimine dayalı bir cemaattir. Bu söylemde halk, demokrasilerde olduğu gibi, devletin içine yerleştirilmez, üstüne yerleştirilir ve devletin “efendisi” sayılır. Böylesi bir “halk-cemaati” anlayışı ister istemez bölücü ve dışlayıcıdır. Yurttaşların tümünü kapsamadığı gibi, organik halk-cemaatinin dışında kalanlar yurttaştan sayılmazlar. “Ruhları” “halk-cemaatinin ruhu” ile örtüşmediği için hak sahibi olarak da görülmezler. 

Otoriter öğelerle popülist retoriğin iç içe geçtiği bu kurguda “gerçek halkı” temsil etme iddiasında olanlar, halka “yabancılaşmış” olanların yurttaşlık haklarına saygı duymazlar.

İşte, Yeni-Türkiye böyle bir yerdir. Demokrasiden uzak ve her zamankinden daha bölünmüş bir ülke... 

732351image1.jpg 

Bu yazı toplam 1936 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar