Siyasal/İdeolojik/Kültürel Kalıplar ve Ötesi..
Mızrak çuvala sığmamaktadır artık, hayatın çok bileşenli ve çok değişkenli dinamik süreçlerini, kendisiyle sınırlı siyasal/ideolojik/kültürel kalıplara tabi kılarak anlamak ve o süreçlere etkin katılımda bulunmak mümkün değildir.
Hakkı Yücel
hkyucel52@gmail.com
Türk edebiyatında modern roman sanatının öncü eseri sayılabilecek önemi haiz “Tutunamayanlar”, 1970’de Trt Roman Ödülü kazanıp da güç bela ancak 1972 yılında yayınlandığında, uzun süre edebiyat çevreleri ve okur tarafından ilgisizlik/suskunlukla (eser hakkında konuşan/yazan edebiyat erbabının, birkaçı hariç, onu yerin dibine batırdıkları notunu da düşerek) karşılanmış, o kadar ki uğradığı bu “sükut suikastı” karşısında büyük hayal kırıklığı yaşayan Oğuz Atay günlüğüne, “Ben buradayım sen neredesin ey okur!?” soru cümlesini yazarak sitemini dile getirmişti. İlginç olan şudur ki, “Tutunamayanlar” romanı ve yazarının ilk başlarda (70’li yıllarda) maruz kaldığı suskunluk/ilgisizlik, daha sonraları, yazarın ölümünün ardından ve özellikle 80’li yıllardan itibaren, bu kez olağanüstü bir ilgiyle yer değiştirmiştir. Vakti zamanında birçok yayınevinin kapısından geri çevrilen, ödül kazanmış olsa da uzun süre yok sayılma ve beğenilmeme engelini aşamayan ‘Tutunamayanlar”, 80’li yıllardan başlayarak ve de özellikle 90’lı yıllarla birlikte baskı üstüne baskı yaparken; onun görmezlikten gelinen, bunun hayal kırıklığını yaşayan ve bu ruh hali içinde ölen (1977) yazarı ise, yine aynı yıllara denk gelecek biçimde romancılığı hakkında -bugün hâlâ devam eden- sayısız inceleme ve değerlendirme yazıları yazılan, akademik tezlere konu olan, deyim yerindeyse yere göğe sığdırılamayan büyük bir yazar/romancı olarak anılır olmuştur. (Bu noktada benzer kaderi yaşayan bir başka değerli yazarı -“sükut suikast”ı tanımı da ona aittir- daha anmak gerekecektir: Ahmet Hamdi Tanpınar)
Bu yazının konusu “Tutunamayanlar” romanı ya da Oğuz Atay romancılığı değildir; burada yapılmaya çalışılacak olan şudur: Başlangıç ve sonrası itibarıyla roman ve yazarına yönelik birbirine taban tabana zıt bu yaklaşımların ardındaki ‘belirleyici etken’e işaret etmek, aynı ‘belirleyici etken’in döneme denk düşen siyasal/ideolojik ortamla ilişkisine bakmak ve buradan hareketle bugüne dair çıkarsama(lar)da bulunmak.
Neydi o ‘belirleyici etken’? Pakize Kutlu’nun Oğuz Atay’la yaptığı, 30 Eylül 1972 tarihli Yeni Ortam Gazetesi’nde yer alan söyleşide, romanına yönelik suskunluk/ilgisizlikle ilgili ne düşündüğü ve bu tavrı nasıl yorumladığına dair sorduğu soruya yazarın verdiği yanıt, kanımca bu konuya yeterince açıklık getirmektedir. Şunu söylemektedir Atay: “Eleştirmenlerimizin, daha doğrusu uzun süredir yazmayanların dışında olanların kafasında belirlenmiş, sınırları çizilmiş bir roman tanımı var sanıyorum. Bu yüzden bir kitabı bu ölçülere uyup uymamasına göre değerlendiriyorlar. Belki de benim yazdığım, bir bakıma karmaşık ve alışılmadık sayfalar için henüz yeni bir kalıp bulamadılar.” Atay verdiği yanıtta, romanına ‘belirli kalıplar’ içinden bakıldığını söyleyerek, aslında hayatın başka alanları için de geçerli olan, tarihsel bir gerçekliğin altını çizmektedir. Burayı biraz açmaya çalışalım.
70’li yıllara gelende Türk romanı, cumhuriyetin, hayatın bütününü kuşatmaya yönelik, Batı eksenli, modernleşme serüveni hedefleriyle doğru orantılı bir seyir izlemektedir. Ancak siyaseten ve kültürel olarak, Batı’ya göre geç kalmışlıkla malûl olan bu seyir, cumhuriyetin aradaki mesafeyi kapatabilmek ve pürüzsüz yol alabilmek adına, yukarıdan aşağıya dayatmacı ve buyurgan denetimlerine tabi olmakta, bir başka ifadeyle belirli kalıplar içine hapsedilmektedir.
Bu süreci anlamaya çalışmak adına-Atay’ın söylediklerinden hareketle- roman sanatı üzerinden konuşacak olursak, yeni kurulan cumhuriyetle birlikte roman da, onun siyasal/kültürel hedeflerinin gerçekleşmesi ve kalıcılaşmasına yönelik işlevsel bir mahiyet taşımaktadır ki, bu işlevselliğin sınırları ve kapsamı cumhuriyetin hâkim zihniyeti tarafından -önerilen kalıplar çerçevesinde- belirlenmektedir. Nitekim bu dönemde yazılan romanlar büyük oranda bu işlevi yerine getirmişler, dahası yerine getirdikleri oranda destek ve kabul görmüşlerdir. Sürecin 70’lere gelirken hâkim zihniyetten görece bağımsız yaşadığı değişiklikler ise, -örneğin 50’lerde ‘köy romancılığının’ ve akabinde ‘toplumsal gerçekçi’ roman anlayışının ağırlık kazanması- cumhuriyetin sosyo-ekonomik ve sosyo-politik koşullarının gelişimiyle ilişkili olarak seyir izlemiş; ancak modernleşme serüveni bağlamında aynı kültürel/siyasal geç kalmışlık endişesi ve acelecilikle aynı mutlakçı pozitivist zihniyet bu aşamada da geçerli olduğundan, değişim sadece eski kalıpların yeni kalıplarla ikame edilmesiyle sınırlı kalmıştır. Bu yeni kalıplara, dönem itibarıyla ideolojik ayrışmalar daha belirginleşmeye başladığından, ilericilik atfetmek, fazladan anlam yüklemek ve bu kapsamda çerçeve çizmek onların kalıp olma özelliklerini, yani kendileriyle sınırlı oldukları ve kendilerini dayattıkları gerçeğini değiştirmemektedir. Hal böyle olunca bu bağlamda gelişen roman sanatının, ağırlık kazanan eğilime göre, gerek tematik, gerek biçimsel ve gerekse estetik benzerlikler taşıyacağı, bu müktesebata uymayanların ise yok sayılacağı aşikârdır. Öyle de olmuştur.
Oysa sanatın hayattan beslenirken, etkileşime açık, yaratıcılık ve hayal gücünden kaynaklanan çeşitlilik ve farklılıklar gösteren ve de daha çok özgürlük talep eden niteliklerinin ona öncü bir karakter atfettiği de bilinen bir gerçekliktir. Bu özelliğinin keza onu, hem kendini gerçekleştirmede hem de dünya ve hayatla olan ilişkisinde zamanından önde/önce gitmek gibi ayrıcalıklı bir konuma yerleştirdiği, bu ayrıcalığın ise yine ona, yerleşik/statik/dayatmacı olana -bu ister sistem olsun isterse sanatın kendisi olsun- yönelik muhalif olma/eleştirme/sorgulama sorumluluğu yüklediği; sözün özü sanatın dar kalıplara sığmadığı da bir başka gerçekliktir. (Evrensel ölçekte bunun örneklerini görmek mümkündür)
İşte Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ romanından başlayarak yaptığı tam da budur. O modern Türk romanının 70’lere kadar belirli kalıplar içinde seyreden serüveninde o kalıpların ötesine erken dönemde geçen, bu bağlamda öncü rol oynayarak arkadan gelecek olanlara yeni alanlar açan, önemli bir kilometre taşıdır. Gerek biçim, gerek içerik, gerek biçem, gerek kurgu ve gerekse estetik olarak çok farklı özellikleriyle bir kalıba sığmayan Atay romancılığının başlangıçta yaşadığı ‘sükut suikastı”, onun da belirttiği gibi, büyük oranda belirli kalıpların içine sığmamasından, bir başka ifadeyle dar kalıplara karşı çıkmasından ve ötelere geçmiş olmasından kaynaklanıyordur; ancak şu da var ki, paradoksal gibi görünse de, bugün gördüğü olağanüstü ilginin sebebi de yine o dar kalıpların içine sığmaması, ötelerine geçmiş olmasıdır. (Burada tekrardan A.H.Tanpınar’ı anmak bir boyun borcudur. O da, yaşadığı dönem itibarıyla ‘gelenek-modernleşme’ (Doğu-Batı) çatışması yaşayan, bu çatışma üzerinden ayrışan ve burada sıkışan modern Türk roman sanatında, tam da buradan yerleşik kalıpları aşan, özgün bir yaklaşım sergilemek suretiyle ‘öncü’ bir rol oynamış; o gün bu yüzden maruz kaldığı “sükut suikastı”, yıllar sonra yine aynı gerekçeyle baş tacı edilecek kertede yeniden keşfedilmesinin, çoktan hak ettiği değeri kazanmasının nedeni olmuştur.)
Şüphesiz Atay’ın romancı olarak yaşadığı, onu ayrıcalıklı bir konuma yerleştiren bireysel serüvenin arkasında, zihinsel ufuk genişliği, dünya edebiyatı ile olan yakın ilişkisi ve yaratıcı yeteneği kadar, özellikle 70’li yıllarda, gerek evrensel gerekse yerel/ulusal ölçekte yaşanan ekonomik, politik, kültürel gelişmelerin etkileri de vardır. Genel itibarıyla dünyada iki kutuplu uluslararası sistemin çatırdamaya başladığı, 1979 yılında Jean-François Lyotard’ın ünlü ‘Postmodern Durum’ risalesinin yayınlandığı ve bu zeminde tartışmaların günden güne yoğunlaştığı, siyasal ideolojilerin sorgulanır hale geldiği, kültürel kimliklerin yeniden keşfedildiği, bu bağlamda yeni teorik tartışmaların ve arayışların gündeme oturduğu, bir başka ifadeyle siyasal/ideolojik/kültürel yerleşik kalıpların zorlandığı, yeni anlayış ve açılımları dayatan dinamik bir süreci içkin yeni bir dönemdir bu. İçerde ise, evrensel gelişmeler geriden takip ediliyor olsa da, yaşanmakta olanların, yerel/ulusal olanın kendine özgülüğünün yansımalarını da taşıyan, hayatın her alanında geleneksel siyasal/ideolojik/kültürel kalıpların sıkışarak şiddet dozu giderek artan bir sürece evrilmesi söz konusudur. Bu süreç 12 Eylül askeri darbesiyle dramatik bir biçimde son bulacak, baskı dönemin vahşi uygulamalarından nasibini alan bütün siyasal/ideolojik kesimlerin şapkalarını önlerine düşürecek, siyasal/ideolojik ölçekte kendi sınırları içine hapsolan bu kesimlerde şu ya da bu düzeyde bir iç hesaplaşmayı başlatacak, zaman içinde dünyadaki gelişmelerden de daha fazla etkilenmek suretiyle, yeni arayışları teşvik edecek ve bu doğrultuda inişli çıkışlı bir seyir izlenecektir.
Aşikâr olan şu ki evrensel ve yerel/ulusal ölçekte birçok eski parantezin kapandığı, yeni parantezlerin açıldığı ya da bunun dayatılmakta olduğu bir döneme geçilmiştir artık. Kaotik özelliğini günümüzde hâlâ sürdüren, bu nedenle insanlık adına hiç de iç açıcı bir görünüm arz etmeyen bu yeni dönemin temel karakteristiği ise, hangi kesimden olursa olsun kendisiyle sınırlı siyasal/ideolojik/kültürel kalıpların tek başlarına geçerliliklerini yitirdikleri, bugünün çok bileşenli dinamiğinin kavranmasının bu dar kalıpların dışına çıkmakla, çok daha geniş kapsamlı ortak değerler temelinde buluşmalarla mümkün olabileceği gerçeğidir. Bu da ‘teorik-pratik’ ölçekte yeni referansları, anlayış ve uygulamaları ve asıl bütün bunları kapsayacak ve yeni ufuklara ön açacak radikal zihniyet değişimini gerektirmektedir. Mızrak çuvala sığmamaktadır artık, hayatın çok bileşenli ve çok değişkenli dinamik süreçlerini, kendisiyle sınırlı siyasal/ideolojik/kültürel kalıplara tabi kılarak anlamak ve o süreçlere etkin katılımda bulunmak mümkün değildir.
“Tutunamayanlar”la başladık, onunla bitirelim: Yarım asır önce, Atay’ın kahramanı -Tutunamayanlar’ın sembol ismi- Selim Işık, “Yeni bir dilbilgisi kitabı çıktı mı bugünlerde? Öznenin, yüklemin filan başka bir düzen içinde yerleştirilmesini sağlayarak benim istediğim anlama kavuşturacak böyle bir kitap.” derken neyi ima ediyordu acaba?