1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Siyaset-Toplum ve Ahlâk...
Siyaset-Toplum ve Ahlâk...

Siyaset-Toplum ve Ahlâk...

Siyaset-Toplum ve Ahlâk...

A+A-

Hakkı Yücel

[email protected]


28 Temmuz seçimlerine gidilirken KKTC meclisi kürsüsünde, elinde tuttuğu deste dolarları kendisine rüşvet önerildiğinin kanıtı olarak sallayan milletvekilinin görsel ve yazılı medyada kayıt altına alınan görüntüsü, siyaset dünyamızın ve siyasal kültürümüzün rezilliğini sergileyen bir utanç belgesi olarak tarihdeki yerini aldı. Bu rezillik tablosunu bilinenin, artık hiç kimsenin ve hiçbir kesimin inkâr edemeyeceği biçimde, çırıl çıplak açığa çıkması ve açığa çıkan şeyi de baştan aşağıya bir yozlaşma/kokuşma hali olarak nitelendirmek mümkün.Kör gözüm parmağına karşı karşıya kaldığımız bu musibet, eğer toplum olarak bir parça onurumuz varsa, silkinmenin ve harekete geçmenin zaruretini de ifade ediyor.

Bir kez daha hatırlamakta yarar var: Bu yozlaşma/kokuşma hali, sadece siyasetin/siyasal alanın kendisiyle sınırlı değil; buna toplumun/toplumsal alanın kendisi de dâhil..Bir başka ifadeyle siyasetin bugün geldiği nokta, salt kurum ve aktörleriyle siyaset öyle olduğu için değil; toplumun kendisi de böyle istediği, bu türden bir siyasete doğrudan ya da dolaylı prim verdiği, talep ve beklentileriyle bu türden siyasete zemin hazırladığı için böyledir. O nedenledir ki eğer siyaset adına bugün itibarıyla geldiğimiz yer artık bir çıkmazsa, bu çıkmazın aşılmasında sorumluluk, siyasetin içinde ve dışında bütün kesimlere aittir.

Bu noktada ne karşıt ideolojik saflaşmalar ve ayrışmalar, ne “ben dedimdi” kurnazlığı, ne suçu başkalarına atma kolaycılığı ve de inkârcılıkla sınırlı radikalizm, tek başlarına, söz konusu çıkmazın aşılması için yeterli değildir.  Değildir, çünkü tek başlarına bu yaklaşımlar kendilerini büyük oranda kendi kapsamlarıyla  sınırladıklarından, siyasal-toplumsal alanı bir bütün (farklılıklarıyla bir bütün) halinde kuşatmaktan acizdir.  Oysa şu an itibarıyla yaşanan sorun bütüne (farklılıklarıyla bütüne) aittir ve böyle olduğu içindir ki çözümü, bütünün katılımı ve sorumluluklarını yerine getirmekle mümkün olabilecektir. Bu ise, o bütünü dikey anlamda bölen ideolojik-siyasal ayrışmaların ötesinde (siyasal-ideolojik ayrışmaların varlığına rağmen); o bütünü yatay anlamda kesen, haliyle o bütüne şamil kılınacak ortak değerlerin esas alınmasını zorunlu kılmaktadır. Bir zihniyet dönüşümüne de gereksinim duyulan bu tabloda, hem söz konusu dönüşümü sağlayacak ve hem de bütünü kucaklayacak olan ortak değer: Ahlâktır.

Ahlâktır, çünkü bugün itibarıyla siyasetin (buna modern siyaset demek de mümkün), ideoloji farkı gözetmeksizin, yaşadığı kriz evvel emirde ‘ahlâki’ bir krizdir. Bu siyasetleri -siyasal anlayışları- ve ona denk düşen zihniyetleri hatırlayalım: Modern dönemin -modernitenin- aynı zamanda sistem öneren ve bunu realize eden iki büyük ideolojisi liberalizm ve sosyalizmin her ikisi de siyaseti son kertede bir iktidar mücadelesi olarak algılarken, sistemi ve toplumu da iktidar üzerinden kurgulayıp düzenlemeyi esas kabul etmişlerdir. İktidar hedefli bu siyasal algı biçiminin en belirgin karakteristiklerinden birisi iktidarı ele geçirmede neredeyse her yolu mübah saymaksa; bir diğeri de iktidarı elde etmek suretiyle sahiplenilen güçle sistemi ve toplumu yukardan aşağıya kurgulamak ve inşa etmektir. Burada kritik nokta siyasal-ideolojik duruşlar arasındaki -liberalizm ve sosyalizm- niteliksel farkların, siyasal mücadelede izlenen benzer yöntemlerin kullanılmasıyla önemini kaybetmesi ve onları aynı çıkmazda -ahlâki krizde- buluşturmasıdır. Nasıl mı?

Bireyi esas alan liberalizmde siyasal iktidar, bu temelde sağladığı görece özgürlükler, bu özgürlüklerin sınırları ne kadar geniş ve yasal düzenlemelerle ne kadar güvence altına alınmış olursa olsun, son kertede bireysel çıkarları toplumsal çıkarların önüne koyan bir algıyı beslediği ve teşvik ettiği, haliyle bunu önceleyen bir yaşam tarzını hâkim kıldığı aşikârdır. Bireysel anlamda bunun karşılığı her şeyi kendine yontan ‘ben merkezci’ bir varoluş biçimi iken, siyasal alanda karşılığı ise buna onay veren -bunu kendisi kurgulayan-‘çoğunluk’ demokrasisidir. Burada, ayni çıkarlarda buluşan bireylerin oluşturduğu, farklı olanların (ötekilerin) çıkarlarının göz ardı edildiği ya da ikincil kılındığı, son kertede ‘çoğunluğu’ gözeten temsili bir siyasal sistem söz konusudur ve bu bağlamda siyasal iktidar ile buna denk düşen toplumsal kesimler arasında görece bir uyum vardır. Ne var ki bu yapı içinde aynı anda toplumsal bir hiyerarşi de oluştuğu için -sistemin kendisi bu hiyerarşiyi oluşturuyor- en ileri demokrasilerde bile çok kırılgan bir dengedir bu ve sarsılması durumunda -Batı’da son dönemlerde bu sarsıntılar giderek daha çok yaşanmaktadır-, siyasal iktidar yukardan aşağıya ‘çoğunluk’ lehine otoriter bir tavır sergilemekten (çoğunluk otoriteryanizmi) geri durmamaktadır. Nitekim bugün itibarıyla, en ileri demokrasilerin yürürlükte olduğu siyasal sistemlerde dahi,  azınlıkta olanların -farklı kültürlere, dinlere mensup yabancılara, kimliklere, göçmenlere vb.- sisteme yönelik taleplerinin artması onları sistemin ve çoğunluğun hedefi haline getirmektedir. Aşikâr olan şudur ki kriz mevcut siyasal sistemin ve zihniyetinin krizidir ve ahlâk temellidir. Bu krizi aşmak ise salt yasal düzenlemelerin sınırlarının genişletilmesi, hak ve özgürlüklerin yaygınlaştırılmasıyla mümkün değildir. Değildir, çünkü aslolan toplumun bütününü kuşatacak, siyasetin yukardan aşağıya işleyen dinamiğini bütünün aşağıdan yukarıya katılımına ve denetimine açık tutacak, toplumsal hiyerarşiyi ortadan kaldırarak farklılıkların bir arada yaşamasını -yani çoğulluğu- sağlayacak açılımlar sergilenmesidir ve bunun ortak paydası da ‘ahlâk’tır.  

Modernitenin, bireysel değil toplumsal çıkarları önceleyen, bu bağlamda eşitlik ve adalet tesis etmek isteyen diğer ideolojisi sosyalizmin, iktidar üzerinden sistemi ve toplumu yukardan aşağıya yeniden kurgulamak stratejisinin sıkıntılara yol açtığı, yaşanan tarihsel tecrübeyle görülmüştür. Bu siyasal-ideolojik anlayış ve sergilediği pratik, gerekçeleri ne denli yüce olursa olsun, ister toplumsal ortak çıkarları, isterse bu çıkarları temin ve temsil eden sistemi korumak adına giderek otoriter bir zihniyeti hâkim kılmıştır. Bu ise bir özgürlük sorunu yaratmış, sonuç ise iktidarın toplum üzerindeki buyurgan ve denetleyici gücünün giderek artması, toplumun ise bu güce tabi olması biçiminde tecelli ederek, aynı anda tepede iktidarın  tabanda toplumun yer aldığı bir hiyerarşi oluşmuştur. Siyasal anlayışın tepeden aşağıya tek yönlü işleyen, denetimden ve katılımdan uzak bu dinamiği son kertede sistemin içten içe çürümesine yol açmıştır.

Şunu söylemek mümkündür: Modern dönemin -modernitenin- gerek liberalizmde karşılığını bulan, yukardan aşağıya işleyen ‘çoğunluk’ esaslı temsili demokrasisi ve buradan türeyen siyasal yapısıyla bütünü kuşatmayan görece özgürlükçü zihniyet dünyasının; gerekse karşılığını sosyalizmde bulan, yukardan aşağıya işleyen buyurgan siyasal yapısıyla bütün üzerinde baskı kurduğu otoriter zihniyet dünyasının, bugün için bir kriz içinde oldukları, artık miadlarını doldurdukları aşıkârdır ve bu kriz de öncelikle ‘ahlâki’dir. Öyledir çünkü bir; her ikisinde de siyaset-toplum ilişkisi, yukardan aşağıya işleyen bir denklem üzerine kurulu ilişkidir ve tek yönlü işleyen bu denklemin korunması adına gizli-açık her yol mübah kabul edilmektedir; iki, kendi çıkar gruplarını ve toplumsal kesimleri oluşturan, bunları besleyen ve buradan beslenen bu denklem, hem bu ayrıcalıklı hiyerarşiyi derinleştirmekte ve hem de bunun dışında kalanlara yönelik olarak kurtuluşun bu ayrıcalıklı hiyerarşiye -haliyle kendisine- dâhil ya da boyun eğmekle mümkün olacağı mesajını vermektedir.  İşte siyasal-toplumsal alanı bir bütün halinde kuşatan ahlâki anlamda kokuşma ve kriz de tam burada yaşanmaktadır.

Eğer böyleyse evvel emirde yapılacak şey bu denklemin bozulmasıdır. Yani siyasetin yukardan aşağıya işleyen buyurgan dinamiğinin, aşağıdan yukarıya toplumsal bütünün katılımı ve karşı dinamiğiyle denetlenmelidir. Farklılıklarıyla ve çeşitliliğiyle toplumsal hiyerarşiyi ortadan kaldıracak, hak ve özgürlüklerden eşit şekilde yararlanılacak, bireysel çıkarları değil toplumsal çıkarları esas alacak, buyurgan ve otoriter zihniyetleri değil bütünü kucaklayan katılımcı ve özgürlükçü demokrat bir zihniyeti hakim kılacak siyasal yapının ve kültürün kök salması için çaba gösterilmelidir. Bu noktada siyasal ve toplumsal alanın bütününü kapsayacak ‘ahlâk’ ortak değer olarak kabul edilmeli, doğruluğun, samimiyetin ve hakkaniyetin egemen olacağı  ahlâki duruş, tutarlılık ve sorumluluk olmazsa olmaz anlayış olarak benimsenmeli, içselleştirilmelidir.

Buradan bakınca, 28 Temmuz seçimleri, ülke ve toplum adına artık taşınması mümkün olmayan baştan aşağı kokuşmuş siyasal yapıyı ve bunu temsil eden zihniyeti değiştirme yönünde ilk adımı atmak adına ciddi bir fırsattır. Şu şartla ki, sergilenecek tavırda temel ortak değer ‘ahlâk’ olmalıdır. Unutulmamalıdır ki  ne ideoloji, ne program, ne proje kendi başlarına onay vermek için yeterli değildir. Değildir, çünkü bugüne kadar ne ideolojiler, ne programlar, ne projeler arkasına saklanan, sonra da en olmadık rezillikleri yapan, bir partiden ötekine dolaşıp duran, bir gün önce söylediğini ertesi gün inkâr eden, en olmadık kumpasları kurmaktan çekinmeyenleri yeterince örnek gördük..

Şimdi artık siyasetinin yapı ve zihniyet olarak değişime tabi tutulma zamanıdır ve bu da aynı zamanda toplumun zihniyet olarak değişimini gerekli kılmaktadır. Siyasal-toplumsal alanın bütününü kuşatması gereken bu değişimin ortak paydası ise öncelikle ‘ahlâk-ahlâki tutarlılık’ olmalıdır..

Bu haber toplam 2162 defa okunmuştur
Gaile 220. Sayısı

Gaile 220. Sayısı