1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. -‘‘Sizi gökyüzünden yeryüzüne indirdim.’’-
-‘‘Sizi gökyüzünden yeryüzüne indirdim.’’-

-‘‘Sizi gökyüzünden yeryüzüne indirdim.’’-

“Soylu Sınıfın Sonbaharı” edebiyat ve düşünce insanı Elias Canetti’nin İngiltere yıllarına ait anı kitabı.

A+A-

Hakkı YÜCEL
[email protected]

GECE DEFTERİ’nden -9-

       Ekim 2009…

1.

“Soylu Sınıfın Sonbaharı” (E.Canetti. Çevirmen: Veysel Atayman. Sel Yayıncılık) edebiyat ve düşünce insanı Elias Canetti’nin İngiltere yıllarına ait anı kitabı. Bu eserinde Canetti, T.S.Eliot, Iris Murdoch, Franz Steiner gibi önemli isimleri de merkeze alarak,  ’’dostluklarını, kırgınlıklarını, küçümseyişlerini ve hayranlıklarını’’ dile getirirken, daha çok içinde bulunduğu entelektüel dünya ile olan inişli-çıkışlı ilişkilerini anlatıyor. Buradan bakınca bu kitapta, romancı olarak ‘Körleşme’ (E.Canetti. Çevirmen: Ahmet Cemal. Payel Yayıcılık) adlı eseri ile zirveye ulaşan; düşünce insanı olarak otuz yıllık bir çalışmanın ürünü olan ve bir başvuru kitabı niteliği taşıyan ‘Kitle ve İktidar’ (E.Canetti. Çevirmen: Gülşat Aygen. Ayrıntı Yayınları) ile alanında çok ayrıcalıklı bir yer edinen Canetti, bu kez, bu kimliklerinden farklı olarak, deyim yerindeyse, gizli dünyasını ele veren bir ‘insan’ olarak karşımıza çıkıyor. Anı/günce/otobiyografi türü kitaplarının ortak özelliğidir bu. Burada kişinin daha çok yaşadığı olaylar ve de ilişkilerle ilgili -ne kadar birebir gerçek ne kadar uyduruk oldukları bir yana-düşüncelerini/duygularını dile getiriyor, az ya da çok samimi itiraflarda bulunuyor olması, son kertede kişiliğinin/karakterinin daha saf bir şekilde açığa çıkmasına vesile oluyor. Böyle olunca da ortaya koydukları, şüphesiz yaratıcı güçleri ve yazdıklarının niteliğinin yüksekliği ve etkileri oranında, eserleriyle/düşünceleriyle, sıradan insanlardan çok farklı mertebelerde yer alan ve bu yüzden de kimileyin olağanüstülük -hatta tanrısallık- atfedilen kişi(lik)leri/kimlikleri ile; anı/günce/otobiyografi kitaplarında duygu dünyalarını faş eden tutumları/davranışları nedeniyle açığa çıkan -bir bakıma gökyüzünden yeryüzüne inen- kişi(lik)leri/kimlikleri arasındaki fark, mahiyetine göre, en azından onlara bu olağanüstülüğü/tanrısallığı yakıştıran okurlar indinde, birincisinin (gökyüzündekilerin) aleyhine hayal kırıklıklarının yaşanmasına yol açabiliyor.

Örnek mi?

 

A.H.Tanpınar bu konuda ilk anda aklına gelen çarpıcı bir örnek. Günlüklerinin (‘’Günlüklerinin Işığında Tanpınar’la Başbaşa’’. Haz: Zeynep Kerman-İnci Enginün. Dergâh Yayınları) yayınlanmasıyla üstadın kendi ağzından kendi gizli dünyasına dair (bastırılmış olana dair de diyebilir miyiz buna) yakışıksız(!) itiraflarının çıkardığı gürültü -‘insan’ olarak Tanpınar’ın, ‘yazar-şair’ olarak Tanpınar’a yakıştırılamamasının çıkardığı gürültüdür bu-, bunu abartılı bulanlar olsa da, az buz değildi. Kendi adına, tıpkı Tanpınar’a olduğu gibi, büyük değer verdiğin bir isim olarak Canetti’nin adı geçen kitabını okurken, bütün bunların aklına düşmesinin sebebi ise, şimdilerde böyle keskin ayrımlar yapmıyor olsan da, özellikle daha genç yaşlarında, kendince benzer deneyimler yaşamış olmandır; eserlerinden yola çıkarak ‘olağanüstülük/tanrısallık’ atfettiğin bir yazar-şair-düşünce insanının, senin atfettiğinden farklı olan kişiliği ile karşılaştığında, az ya da çok, hayal kırıklıkları -ne bekliyordun ki, bu konuda ölçün neydi ve bu ölçüler ne kadar geçerliydi- yaşamandır. Şimdi merak ettiğin ise şuydu: Büyük hayranlık duyarak okuduğun, bir yanda kendine kitaplarla örülü bir dünya kuran, dünyaya ve gerçekliğe oradan bakan Prof. Peter Kein’in üç bölümde (sırasıyla ‘dünyasız bir kafa’-‘kafasız bir dünya’-‘kafadaki dünya’) anlatılan, psikolojik çözümlemelerinin derinliği (içsel derinliği) kadar, sorgulayıcı geniş (içsel olandan dışsal olana doğru genişleyen) kapsamını da içkin hikâyesinin yer aldığı, bir başyapıt niteliği taşıyan, ‘Körleşme’ romanın yazarı Canetti; diğer yanda keza aynı hayranlığı gerek düşünce derinliği, gerek çözümlemeleriyle, sürüye (kitleye) tabi olmayla özgürleşme arasında sıkışan insanı ve buradan doğan toplumsal/siyasal sonuçları ortaya koyduğu, üstelik bunu akademik metinlerin takur tukur eden soğuk diliyle değil, bir edebiyat metni lezzetiyle dile getirdiği ‘Kitle ve İktidar’ kitabının yazarı Canetti varken; şu ya da bu kadar kendini anlattığı, bir romancı-düşünce insan olmaktan öte, ‘gizli dünyasını’, bir başka ifadeyle görünenin arkasındaki görünmeyenin, yani ‘gerçek’ kişiliğinin açığa çıkacağı ‘Soylu Sınıfın Sonbaharı’nda da aynı hayranlığı duyacağın Canetti olacak mıydı? Bütün bunların başkaları için ne kadar anlamı var bilmiyorsun ama, sana ait olmasının, günahının da sevabının da sana ait olmasının verdiği rahatlıkla ‘Gece Defteri’ne bu kez yazmak istediğin daha çok bunlarla ilgili.

 

2.

İtiraf etmelisin, bütününde farklı isimlere, onlarla olan gerilimli ilişkilere (bazen hayranlık, bazen öfke, bazen kıskançlık, bazen nefret vb.) dair yazılanlar bir yana, bu yazıyı yazmana vesile olmak bakımından asıl tetiği çeken, Canetti’nin kitapta, bir dönem sevgili oldukları, bir başka değer verdiğin isim, yazar-şair-filozof Iris Murdoch’la olan ilişkisini anlattığı ‘Iris Murdoch’ başlıklı bölüm (s.179-193) oldu. Bölümü okurken, aklından, şimdiye kadar okuduklarından yola çıkarak ‘tahayyül’ ettiğin, gökyüzüne çıkardığın Canetti (hatta Iris) ile, onun kendi hakkındaki itiraflarını içeren, bir başka ifadeyle ‘gerçek’, yeryüzüne inen Canetti (hatta Iris) arasında olabilecek muhtemel farklar karşısında, -her ne kadar bu konuda eskisi gibi düşünmediğini söylesen de-  acaba bir ‘hayal kırıklığı’ yaşar mıyım diye, düşünmedin değil. Yaşadın mı peki? Açıkçası şu: Canetti’nin Iris’e yönelik büyük bir öfke, hınç ve de nefret yüklü cümlelerini ardı sıra okudukça, -hele sevgili olduklarını da düşününce-, öğrendiklerinin seni olumsuz anlamda şaşırtması bir yana, yine bu vesileyle insanın özellikle ‘’hırs, iktidar ve itibar arayışıyla örülmüş’’ bir varlık olduğunu da bir kez daha hatırlıyorsun. Dahası, yeniden hatırladığın bu özelliğin bu ilişkide aşkı da, Canetti’de -ama ne ilginç Iris’te de- nasıl silip süpürdüğünü görüyorsun. Aşikâr olan şuydu: Burada aşka dair bir coşku da, tutku da yoktu; ya da varsaydı eğer bu “hırs, iktidar ve itibar arayışıyla örülmüş”tü ve gizli-açık, çıkar amaçlı hesapların kirini taşıyordu.

Nereden mi bu hükme varıyordun?

 

Şundan: Canetti (sevgilisi) Iris’i anlatırken onun, ne hiçbir işe yaramayan kötü felsefeciliğini, ne sırf bilgilerinden yararlanmak için sayısız entelektüelle yaşadığı çıkar üzerine kurulmuş birlikte yatıp kalkmaktan ibaret (aşk) ilişkilerini, ne lezbiyen ilişkilerini, ne de ayaklarının ne kadar çirkin ve yürüyüşünün ayı gibi olduğunu bırakıyordu. Onun bilincini de, ruhunu da, bedenini de inanılmaz biçimde aşağılıyordu. Sanki karşısında bir nefret objesi yer alıyordu ve Canetti ona nefretini kusarak rahatlıyordu. Ne var ki bir yandan bütün bunları söylerken diğer yandan da Iris’le ilişkisini, -burada kadın vücudunu fetheden ve fetih sayısını artırdıkça daha çok erkek olduğunu mu düşünüyor ve bunun hazzını mı yaşıyordu ne-, gittiği yere kadar sürdürerek koparmıyor, ancak aynı anda da aynı ilişkiyi -bu duygudan ve coşkudan arınmış belki sadece hazza (o da şüpheli) dayanan bir cinsel ilişkidir- değersizleştiriyor, bayağılaştırıyordu. Sözgelimi ilk öpüştükleri günü -Iris, Canetti’yi evinde ziyarete gitmiştir-, öpüşmenin hemen ardından Iris’in üzerindeki elbiseleri aceleyle çıkararak soyunduğu, yorganın altına girdiği, onu beklediği, kendisinin ne olduğunu anlamadan onun içine girip çıkmaya başladığı biçiminde, sanki bir ölüye tecavüz ediyormuş gibi soğuk ve ruhsuz bir üslûpla anlatıyor, bu garip sevişmeden sonra Iris’in ona söylediklerini ise tiksinerek şöyle aktarıyordu: “Benimle bir mağaranın içindeymiş, ben bir korsanmışım; az evvel onu zorla alıp bu mağaraya getirmişim omzumda; mağarada yere fırlatıp tecavüz etmişim ona. Pek de alışılmışın dışında sayılmayacak bu öykünün ne kadar haz verip onu mutlu ettiğini fark ettim; çok daha kızarmıştı rengi ve ateşlendiğini, heyecandan boğulduğunu hissediyordu. Beni onu kaba kuvvetle sevişmeye zorlayan haydut gibi görmek istiyordu. Ben, Şarkın korsanlarını kafasında canlandırmasına vesile olunca, asıl o zaman şehvete kapılmaya başladı.”

 

Canetti bunları yazadursun kendisinin başka kadınlarla beraber olurken, aynı anda evde karısının da -hatta yan odada- bulunduğu ve onun da bunu bildiği; keza Iris’in başka erkekler ve kadınlarla ilişki kurarken aynı anda evli olduğu birçok yerde yazılmıştır. Misal, ölümünden sonra edebiyat eleştirmeni kocası John Bayley yayınladığı anı kitabında Iris’in bu ilişkilerinden, biraz da içi acıyarak söz etmiştir. Iris Biyografisini esas alan ‘Iris’ filminde Bayley’in, artık Alzheimer’in karanlık gecesine gömülmüş ve de her şeyden kopmuş, çaresiz bir çocuk gibi bakıma muhtaç Iris’e, yatakta birlikte yatarken içini acıtan bu ilişkileri hatırlatarak/hatırlayarak serzenişte bulunduğu sahne, çok çarpıcıdır. Orada Bayley, aynı anda hem hâlâ âşık olduğu hem de uğradığı ihanetler nedeniyle gizliden gizliye nefret ettiği kadına, şimdiye kadar söyleyemediklerini, ancak beyninin tamamen tükendiği bir zamanda ve de hıçkırıklara boğulmuş bir halde söylerken, farklı anlamlar çıkarılabilecek -pişmanlık mı, huzur mu, öfke mi, çaresizlik mi- yoğunluk katsayısı yüksek bir duygusallık sergilemektedir.

 

3.

Yazı uzadıkça, öyle bir niyet taşımasan da bir an ‘’ahlâk zabıtalığına mı soyundum’’ diye soruyorsun kendine ve burada durarak daha fazla uzatmadan -yine çok fazla uzadı- cinselliğe dair söylenecekleri/söylenmesi gerekenleri sahibine, insanı ve karanlık dünyasını ‘libido’ üzerinden açıklayan Freud’a bırakıyorsun. Ve bıraktıktan sonra da,  Canetti’nin anı kitabında onun bir grup insanla -hepsini atlayarak ve de aralarından sadece Iris’le olanı öne çıkararak-  ilişkilerine dair,-bu ilişkilerin arkasındaki hırs, iktidar ve itibar arayışına da vurgu yaparak-  sergilediği duygu ve düşüncelerinden hareketle yazdığın bu yazıda, etkisinde kalınan/hayranlık duyulan yazar-şair-düşünce insanı ekseninde, ‘tahayyül edilenin’ mükemmelliği ile aynı insana dair ‘gerçek olanın’ zafiyetlerinden/arazlarından doğan fark karşısında -en azından bir dönem- hayal kırıklıkları yaşayan birisi olarak, son söz niyetine şu soruyu soruyorsun: Böylesi bir durumla karşılaşmak -buradaki ölçütlerin tahayyül sahiplerinin kendileriyle sınırlı olduğunu ve kabul edilirliğinin tartışmaya açık olduğunu da kabul ederek- o yazarın-şairin-düşünce insanının eserleri/düşünceleri temelinde sahip olduğu değeri, büyüklüğü ortadan kaldırır mı? Bugün durduğun yerde kendi sorduğun soruya yine kendi adına şu yanıtı veriyorsun: Yazar-şair-düşünce insanı olarak bir isme tahayyül gücünü de zorlayarak fazladan duyduğun hayranlık-saygı, ortaya koyduğu eserlerin niteliğiyle ilgilidir ve onunla sınırlıdır. İnsan olarak kişilik zafiyetleri/arazları bu kapsamın dışındadır. Ancak eksik kalmaması bakımından, geçmişte tahayyül gücüyle mükemmellik atfederek yeryüzünden gökyüzüne çıkardığın yazarın-şairin-düşünce insanınla okur olarak kurduğun ilişki biçimine, hanidir onu gökyüzünden yeryüzüne indirerek yeni bir biçim ve de anlam verdiğini ilave ediyorsun. Şimdi artık, yazar-şair-düşünce insanının hem yapıtlarıyla hem de kendisiyle kurulan ilişkide, ‘olağanüstülük/tanrısallık’ örtüsü kalkacağından, ilişki zemininde bir mahiyet değişikliği yaşanacak, daha net bir ifadeyle kutsiyetten azade çok daha dinamik/sorgulayıcı/eleştirel/doğurgan ve çok daha gerçekçi ve de samimi bir ilişki biçimi söz konusu olacaktır. En azından sen hanidir böyle olduğunu düşünüyorsun. Ve böyle düşündüğün içindir ki ilgi alanına giren her esere ve o eseri ortaya koyan yazara-şaire-düşünce insanına evvelemirde hep şu cümleyi kurarak yaklaşıyorsun:

‘’Sizi gökyüzünden yeryüzüne indirdim.’’  

Bu haber toplam 1917 defa okunmuştur
Gaile 508. Sayısı

Gaile 508. Sayısı