Sizin Hiç Babanız Öldü mü?
“Artık unutmalısın”, diyor. İçimdeki sese aldırmayıp, az önce ocaktan alıp büyükçe fincana doldurduğum kahvemin sıcak dumanını içime çekerek, bir yudum alıyorum. Birden aklıma geliyor ve düşünüyorum: bugüne kadar kaç kahve içmişimdir, acaba? Sayısını unuttum. Tıpkı hayatın üzerime boca ettiği onca şey gibi, kahveler de gelip geçti yaşamımdan… Unutulmayan ise dostluklarla yudumlanan, nice 40 yıllık kahve hikâyecikleri kaldı.
Kahve dumanının güzel kokusunu da, alıp götürdüğü anı sahnelerini de yeniden siliyor içimdeki ses: “Artık Unutmalısın!”. Sessizliğimi fırsat bilmesine izin vermemeliyim. Nasıl cevap vereceğimi bilemeden, öylece kalıyorum. Cevabı bilmememin sebebi, unutmamı hatırlattığı olayı çok iyi bilmemden kaynaklanıyor.
“Unutmanın ne demek olduğunu pek bilmiyorum sevgili ses”, diyerek seslenecek olsam, onca cümleyi kusacak önüme, biliyorum. Bu nedenle ses ile ne tartışmanın, ne de sürtüşmenin zamanı şu an… Bırakalım da keyfini sürsün ait olduğu bedene meydan okumayı!
“Ses vermeyince susup gitmeyi bilecek midir?”, galiba nafile bir çabadayım. Balık ağlarına dolanan denizyıldızları gibiyim… Ağları çözebilmeyi becerebilirsem, elime alabileceğim bir denizyıldızı gibi geldi içimdeki ses de! Sol elimin avuç içine usulca bırakıp öylece seyredeceğim bir denizyıldızı… Küçük kollarının her birine birer anı yerleştireceğim o minik denizyıldızı, delip geçecek tüm acıları içimden… Bu nedenle nefes alan kelimelerden cümleler türetmeliyim. Ama içimdeki cümle o kadar uzun ki, oturup yazsam sayfalar dolduracak. Yoksa bana mı öyle geliyor? Yazmaya kalksam, belki de, hiç yazılamayacak bu uzun cümle…
Tren vagonları gibi birbirine eklenen kelimelerin çektiği bir lokomotif görmeye çalışıyorum. Yaşamı çekip sürükleyen bir lokomotif aradığımı çok sonra fark ediyorum. Uzun zamandır didişiyorum bu düşüncelerle ve zamana asılı duran onca görüntünün arasından bir başlangıç cümlesi bulmaya çalışıyorum. Biliyorum ki başladığım anda çözülecek tüm buhranlar, dumanlı dağlarından…
Sonra çocukluk düşüyor ister istemez aklın sır dolu dehlizlerine… Girne’de portakal ağaçları arasındaki bir bahçede, olanca heybetiyle bir adamın silueti beliriyor. Elinden düşmeyen sigarasının dumanını savururken mavi gökyüzüne, o gürleyen sesiyle, bahçenin ortasından sesleniyor: “Anneni çağır, babam!”
Düşünüyorum: Anılarımın belalısı böylesi cümleler… Düşüncenin kuytularından çıkıp, akıtıyor iki damla gözyaşı kitabın sayfalarına… “Şimdi sırası değil!” bırakın da kelime değsin kendiliğinden sayfanın boşluğuna.
“Bıraktık!”
“Bırakmadınız!”
“Bıraktık!”
Pes ediyorum. “Peki, öyle olsun.”
İçimdeki ses daha da yaklaşırken ve sahiplenirken tüm düşüncelerimi en azından hareketlerime sahip çıkmalıyım. Yanımda kalmalılar ve sonrasında sesin yönetimi ele almasına karşı, bedenin ruh gezegenini korumalılar. Yine nafile! Delip geçecek ses beni ve az sonra, eli kulağında, sokağın tozuna karışıp caddeye doğru haykırması an meselesi, şehre duyurmak istercesine niyetini… Kahveyi üzerime döküyorum. Aldırmıyorum. Sesle hesaplaşma zamanının anlarını kaçırmaya niyetim yok. Bu sefer seni yeneceğim. Ve bundan sonra, ben ne dersem, sen de onu diyeceksin!
Duruyor sanki dünya. Günler önce kütüphane rafından alınıp, çalışma masanın köşesine bırakılan bir kitabın, kapağına kayıyor klavyeyi izleyen göz ve okumaya başlıyor: Sizin Hiç Babanız Öldü mü? (Feride Çiçekoğlu, Sizin Hiç Babanız Öldü mü?, İstanbul 1994)
Öldü.
Neredeyse çeyrek asır oldu.
Üzerinden kaç Ocak geçti anımsamadığım yıllardan söz etmeyi sevmiyorum. Hiç de sevmedim. Sevemedim. Çocukluk ve gençlik anılarını birbirine katıp, kafam patlayana kadar, kaç yalnızlık senfonisinde kendimle konuştuğumu da unuttum. Unutmaya çalıştım. Fakat son zamanlar da, artık yaş almanın verdiği duygu incelmesine kapıldığımdan mıdır, nedir; yüksek sesle birkaç cümle kurmaya başladım. Sadece birkaç cümle… O kadar! Daha fazlasını sesli kurmaya kalksam, buna gücümün yetmeyeceğini çok iyi biliyorum.
***
Şu an aklıma gelen sahne, çocuklukla gençlik arasındaki bir zaman dilimine sıkışıp kaldı. Ne kadar zorladıysam bir türlü çözemedim kaç yaşlarında olduğumu… Yaşın veya zamanın önemi yok. Önemli olan babama dair aklıma kazınan sahnenin sanki dün gibi, hatta az önce yaşanmışçasına karşımda durması… Yattığım yerden geldiğini hissedebiliyorum. Sonra sesini duyuyorum aniden ve hafifçe doğruluyorum yerimden. Öylesine zor geçmiş ki çocukluğu, içtiği sigaraların sayısını unutan ve bedenine çakılı kalan ağrılarla göğsünü zorlayan ciğerlerinden bir öksürük yükseliyor. Acı öksürük sesi de olsa kulağa gelen, ne güzeldir baba sesiyle uyanmak!
Keşke daha çok görebilseydim babamı… Fotoğraflarına bakıyorum ara sıra, bazen bakmakla da kalmıyorum ve elime alıp dokunuyorum yüzündeki senelerin açtığı, derinleştirdiği kırışıklıklara… İnsan yüzündeki her bir kırışıklık, bir yaşanmışlığın hikâyesini saklar. Birçok hikâyesini anlatamadan, dinletemeden bizlere, bir akşamüzeri gitti, babam… O gidince bahçede varilin içine ektiği ve gözü gibi baktığı ful çiçeği de kurudu. Önce yaprakları düştü toprağa, sonra daha açamadan bakıra çalan rengiyle tomurcukları… Yerinden çıkarmaya kıyamadık ve öylece silinip gitti toprağın yüzeyinden, sessizce… Gür sesine rağmen, babam da sessizce yaşadı Girne’de… Birçok Adalı gibi onun da yaşamı denizin arkasındaki dünyaları görmeye yetmedi. Ecel teri gelince bir kere şakaklara, yetmiyor insan ömrü denizin kıyısındaki kayalardan atlayıp karşı kıyılara kulaç atmaya… Bu nedenle fırsat buldukça Girne’deki ana evinden, denizi seyretmeyi çok severim. Neden mi? Babamın balık avladığı kıyılardaki düşlerini bulmak için…
Anladın mı, içimdeki ses, neden unutamadığımı?
Sadece hatırlamak istemedim. Oysa şimdi yazarken, teker teker hatırlamaya başladım.
Babamdan sonra, neden hiç cenaze törenlerine gitmediğimi…
Sadece geçen yıl, ilk ve son kez gencecik bir insanın cenazesine katıldım. Sonra günlerce sorguladım yaşamın anlamını…
Sırası geldi sessizce ağladı ruh, bazen de salya sümük sarsıldı beden…
Bir gün bir şiir takıldı notlarım arasında gözüme ve Cemal Süreya okudum o günden sonra, her aklıma babam düştüğünde…
Der ki şair:
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum.”
Aklıma düştükçe anılar, duydukça sesini derinlerinde rüyalarımın, hep soruyorum:
“Babam yok, babam nerede?”