“Sizin hiç eviniz yandı mı?”
Belgin DEMİREL
1994 yılının yine böyle bir Haziran ayı idi. Yine böyle fırtınamsı bir rüzgar vardı. Sabaha yakın 03.30 civarında, rüzgarın etkisiyle uyanan (o zamanki) eşim, pencereden bakıp, “Bülent Ecevit Huzurevi yanıyor galiba, gidip bir bakayım,” dedi. Ben de kalkıp, giyindim, “Geliyorum ben de, yardıma ihtiyaçları olabilir,” dedim. Arabayla hareket edince, yangın, ilk zannettiğimiz bölgede değil de Dikomo (Dikmen) bölgesinde imiş gibi geldi bize. Bu yüzden arabayı eski Girne yoluna sürdük. Biraz daha ilerleyince aslında yangının Gönyeli futbol sahası çevresinden kente doğru hızla geldiğini gördük. Babamların evi tam da yangının menzilinde idi ve eve ulaşması dakikalar içinde mümkündü. Gidip, onları uyandırmamız ve oradan uzaklaştırmamız gerekti. Ama annemin diyabeti olduğu için, durumu nasıl söyleyeceğim benim karabasanım oldu o an. Sabahın 3.30’unda çalınan bir kapı bile onu paniğe sokabilirdi.
Bu düşünce ve çaresizlikle korkarak çaldım kapıyı ve annem açtı. Tuvalet ihtiyacı için uykusundan uyanmış, ayaktaymış. “Anne, ileride yangın var, gel biz çıkalım, bize gidelim, babamlar evde kalsın. Herşey normale dönünce getiririm seni,” dedim. Annem sakindi, yangının vahametinin farkında olmadığı için, sakin sakin evin içinde dolanarak, diyabeti ile ilgili ilaçlarını toparladı, çantasına koydu, giyindi. Sokak kapısını açtığımda yangının birkaç metre kadar ilerimizde olduğunu gördüm, alevler yüzüme vurdu ve annemi hemen arka kapıdan çıkardım.
O dönemde dere kenarındaki evimizin çevresinde hiçbir yapı yoktu. Zifiri karanlıkta dere içinde tökezleyip, yürüyerek, annemi evden ve yangından uzaklaştırmaya çalıştım. Geriye dönüp baktığımda, o karanlıkta yanında köpeğimizle babamın pijamaları içinde elleri belinde, yanmakta olan evimize çaresizlikle baktığını gördüm. Annem, yaşadığı acı ve panikten yükselen kan şekerinden dolayı, acayip hareketler yapmaya, etrafa bakınarak, tuhaf tuhaf konuşmaya başlamıştı. Dili pelteleşmişti. O çaresizliği yaşamayan bilemez: Annem çıldırmıştı, evimiz ve arabalarımız yanıyordu, kendi evimdeki çocuklarım herşeyden habersiz uyumaktaydı ve onlara ulaşmam o an mümkün değildi.
Dereyi geçtikten sonra ulaştığım evlerin kapısını bir bir çalıp, bize yardım etmeleri için rica ediyor, annemi hemen hastaneye ulaştırmam gerektiğini söylüyordum, ama onlar da evlerini tahliye etmek zorunda olduklarını, bize yardım edemeyeceklerini söylüyorlardı. Haksız değillerdi. Bazıları ev telefonlarını kullanabileceğimi söyleseler de telefonlar yangından dolayı çalışmıyordu. Telefonlar çalışmadığı için doktor olan eniştem ve kızkardeşime ulaşamıyordum, evde uyumakta olan iki kızımı uyandıramıyordum. Kapısını çaldığım evlerden birinde genç bir adam, iki arabaları olduğunu, biriyle ev sakinleri tahliye olurken, diğeriyle bizi hemen hastaneye ulaştırabileceğini söylediğinde kabusum biraz hafifledi.
Hastaneye ulaşır ulaşmaz, sağlık çalışanları anneme müdahale ederek, serum taktılar, tedavisine başladılar. Acil’de muhtarımız Selçuk Bey ve birkaç tanıdığa rastladım; dumandan zehirlenme yaşanmıştı, ama kentimizdeki durumla ilgili hiç kimse net bir bilgi veremiyordu. Ben hastanenin üst katına çıkıp, Gönyeli tarafına bakmaya çalışıyordum sürekli, ama birşey göremiyordum.
Sonunda telefonlar devreye girdi. Gönyeli bölgesine, evime ve babama ulaşamasam da Taşkınköy sosyal konutlarda oturan kızkardeşime ulaşabidim. Kısa bir süre sonra kızkardeşim yanıma geldi. “Çocuklarım kurtarılabildi mi?” idi ilk sorum. Bu soruyu soran sesimi kendim bile tanıyamıyordum. Kardeşim,“Hiç kimseye bişey olmadı. Yangın söndürüldü. Babamların evi de yanmadı,” dedi.
Mümkün değildi, beni teselli için yalan söylediğini düşündüm. Çünkü çaresizlik içinde, elleri belinde yangını izleyen babamın silueti gözümün önünden gitmiyordu.
Kızkardeşim, arabasının anahtarlarını verdi ve ben önce, üç-beş kilometre uzakta olan evime sürdüm. O yol bana yüzlerce kilometre gibi gelmişti. Kızkardeşimin söylediği gibi yangın, babamların evinin biraz ilerisinde söndürülmüştü. İlginç olan, babamların evi de yanmamıştı. Sadece evin bahçesindeki odunlar tutuşmuş, karanlıkta ben göz yanılması ile onu, evimiz yanıyor gibi görmüştüm. Eşim, bizim arabamızla babamın arabasını dumanların içinden geçirerek, salim bir noktaya götürmüş, komşular ve aralarında itfaiyede çalışan bazı yakınlarımız gelerek, babam ve eşime yangını söndürmede yardım etmişler. İtfaiyede çalışan yakınımız, su deposunun kapağını açarak, içindeki suyu kovalarla evin duvar ve pencerelerine serpilmesini sağlamış. Bu yüzden de ev tutuşmamış.
Kan şeker seviyesi normale dönünce iyileşen annem, akşama evine salimen döndü. Babamın bütün mahareti ve sevgisiyle yıllar içinde yeşertip büyüttüğü bir dönüme yakın arazideki birbirinden güzel meyve ağaçları küle dönmüş, haftalarca etraf yangın kokmuş, evlere yangın artığı isler doluşmaya devam etmişti, ama cana zarar gelmemesi tesellimiz olmuştu.
Önceki günden beri Mersinlik çevresinde devam eden yangın, çaresizlik içinde adeta bir kabus gibi yaşadığım o geceyi tekrar tekrar anımsatıyor bana. İçim acıyor, ama daha çok da öfkeliyim. Eminim vatanını seven herkes benzer duygular içerisindedir. Yangınlar için gerekli önlemleri sağlayamayan tüm yetkililer, vatana ihanet suçundan yargılamalı. Belki o zaman huzura kavuşuruz.
“Annem...”
ADALET ÇAVDAR – K24
“Gerçek hayat, tıpkı ucuz romanlarda olduğu gibi, bel altı vuruşlarla ve klişelerle doludur. Tevazu sahibi hiçbir ciddi romancının, hiçbir kurgu işçisinin benim anlatmakta olduğum şeyleri anlatmayacağını biliyorum. Daha ileride bahsedeceğim babaannem Valentina, gerçek hayata tehlikeli bir şekilde benzedikleri için pembe dizileri çok severdi – tek fark, mutlu sonların gerçek hayatta nadir görülmesiydi. Saf gerçeği değil, annemin psikiyatristine anlattığı, bir miktar çarpıtılmış gerçeği, defterime not edebildiğim monologları, ailemin sözlü geleneğini ve çocukluğumun anılarını anlatıyorum – hakikatin kırık parçalarını; gazetecilere özgür bir şekilde yeniden kurgulanmış bir hayatı; romansı olaylardan ve muğlak duygulardan süzülüp gelen bölük pörçük hatıraları; kırık dökük ve onarılmış şeylerin gerçek hikâyesini.” (s. 41)
Doğal felaketlerin bıraktığı izler gibi göç etmenin izi de insanın ruhunda, aklında sonsuza kadar kalır, hatta kimi inanışlara göre nesilden nesle aktarılır. Bir ülkeye vardığınızda kendinizi kabul ettirmek, dışlanmamak, kötü muamele görmemek için herkesten çok oralı gibi görünmeye çalışırsınız, fakat başka topraklarda büyüdüğünüz her halinizden bellidir; yabancı kendisini ister istemez, bir şekilde hemen gösterir.
Biz zorunlu yerinden edilmelere şahit olduk; her nesil diğer nesle hikâyesini anlatırken kendi öznelliğiyle olayların akışını değiştirse de, hem büyüklerimizden dinledik hem de gözlerimizle gördük. Çok uzun zamandır hem göç alıyor hem de göç veriyoruz. Bu topraklarda daha fazla yaşayamayacağı için akrabalarımızı, eşimizi, dostumuzu, sevdiklerimizi uzaklara uğurlamak zorunda kaldık. Öyle görünüyor ki, bu gibi durumlarla maalesef uzun bir süre daha karşı karşıya kalacağız. Savaştan kaçıp hayatta kalmaya çalışan insanlaraysa kötü gözle bakıyoruz. Oysa dünyanın ekseni yer değiştiriyor, her gün birileri kimi sınırları geri dönmemek üzere aşıyor.
Jorge Fernández Díaz, 1960’ta Buenos Aires’te doğmuş. Mesleği gazetecilik olan yazar, günlükler, öyküler, edebiyat eleştirileri, makaleler ve romanlar yazmış. Kaleme aldığı edebi metinlerini gazeteciliğiyle birleştirmiş. Çeşitli süreli yayınların yöneticiliğini yapan Díaz’ın orijinal adı Mamá olan romanı, mart ayında Bilgi Yayınevi tarafından, İdil Dündar çevirisiyle Annem adıyla basıldı.
Díaz’ın annesinin hikâyesinden yola çıkarak yazdığı Annem bir biyografik roman. Asturias’lı annesiyle 2002’de yaptığı elli saatlik röportajın ardından yazdığı romanı, İspanyol topluluklar ve İspanya hükümeti tarafından verilen Medalla de la Hispanidad ödülüne layık görülmüş. Haftalarca çok satanlar listelerinin başında kalmış ve farklı edisyonlarla yeniden yayımlanmış.
Roman Arjantin’de Péron’un iktidarda olduğu yıllarda, İspanyol köylüsü olan 15 yaşındaki genç bir kadının topraklarından göçmek zorunda kalışını anlatıyor. Yazar, annesinin tedavi olmak için gittiği psikiyatristi ağlatmasıyla düşüyor hikâyenin peşine. Bir defter alıp annesinin monologlarını yazmaya başlıyor, gitmek mi yoksa kalmak mı sorusunun cevabını arıyor.
Díaz’ın annesi Carmina, midesine birkaç lokma yemek girer, üstüne yeni bir elbise alınır belki diye bir trene bindirilip teyzesinin yanına gönderilmiş. Teyzesinin işlettiği öğrenci pansiyonunda çalışmaya başlamış, geceleri masanın üzerine serdiği bir şiltede yatıp memleketini hayal edermiş. Sonrasında bir yolunu bulup memleketine dönmüşse de bu dönüş çok uzun sürmemiş ve kendisini bir anda Arjantin’e giden bir gemide bulmuş; ailesinin kısa bir süre sonra yanına geleceğini düşünüyormuş. Henüz 15 yaşındaymış ve bir anda adı değişmiş. Bundan sonrası aile bildiği insanlar tarafından hem evlat hem de hizmetçi gibi görülerek yaşadığıuzun yıllar… Halası ve eniştesiyle yaşamış, eniştesinin tacizlerine katlanmak zorunda kalmış ve çalışmak istediğindeyse “Seni bize eşlik edesin diye getirdik, kendi yoluna gidesin diye değil” itirazıyla karşılaşmış. Çok uzun yıllarını böyle geçirmiş Carmina, Marcial ile tanışmış, evlenmiş, çocukları olmuş ve artık hayatını orada yaşayacağına ikna olmuş; ta ki çocukları ekonomik kriz nedeniyle İspanya’ya yerleşmek istediklerini açıklayana kadar. Carmina’nın geçmişi aklını rahat bırakmamış.
Bu kitap bir ülkenin önce var edilişini sonra da yok edilişini anlatıyor. Bütün bunlar aslında göz açıp kapayana kadar geçen bir zamanda oluyor, ama işte o zaman aralığı bazı insanların tüm ömrünü kapsıyor. Arjantin gelenlerle gidenlerin meydana getirdiği bir ülke. Şöyle ufak tefek bir araştırma yaptığınızda bile Türkiye’yle benzerliklerini görebileceğiniz bir yer. Annem gerçek bir göç hikâyesi; hepimizin hikâyesinin bir yerinde varolan o göçün, bir evlat tarafından kurgulanarak yazılmış hali. Kitabın sonunda soruların cevaplarını bulamıyorsunuz, ama tek diyebileceğim Carmina’nın yaşlı, yalnız ama mutlu olduğu.