Sokrates haklı mıydı…
Sokrates haklı mıydı…
Neriman Cahit
Bu aralık hep merak ettiğim ama bir türlü araştırmaya zaman bulamadığım: ‘Sofistlerle’ ilgili bazı araştırmalar yapma fırsatım oldu… Ne yalan söyleyeyim buldukların da beni çok mutlu kıldı. O yüzden sizlerle de ‘paylaşayım’ dedim…
SOFİSTLER
Bunlar, ‘düşünce tarihinin’ en ilginç topluluğudur. Ekolü değil. Sokrates onlara “Sofist” demeseydi onlara “Düşünce Tarihçeleri” gibi bir ad altında toplayabilir miydi, bilmem… Sokrates, “ben bilirim” diye geçinen bu kimseleri,küçük düşürmek için onlara, “bilgiç” anlamında, “sofist” demiş ve kendisinin ise onlar gibi ‘her gerçeği’ bildiği savında olmadığını söylemişti…
Bildiği tek şeyin, “bilmediğini bilmek’ olduğunu da eklemişti…
HAKLI MIYDI…
Sokrates, haklı mıydı?
Kendi çağı ve koşulları açısından haklı sayılabilir… Ama, tüm çağlar ve sofistlerin koşulları açısından değerlendirilirse, sofistler haklıdır… Ve, çağımız insanı ve düşüncesi, sofistlerin hakkını kolay kolay ödeyemez…
Sofistlerin, düşünce tarihi içinde yerlerini saptamak, önemlerini kavramak için elbette, ‘düşünce tarihine’ bakmamız gerek. İnsanlık tarihine, “düşünsel farklılaşma” olgusunun girişiyle başlamak en iyisi… İlkel topluluğun eşitlikçi yapısında, ekonomik, toplumsal, siyasal farklılaşma olmadığı gibi, düşünsel farklılaşma da bulunmamaktaydı… Kafa işi, kol işi işbölümü… Ama, topluluk adına düşünce üreten bir kesim yoktur…
‘Şaman’ genel adı altında toplanabilecek kimseler bile, tam zamanlı uzmanlar değillerdi…
***
İlkel Topluluktan – Uygar Topluma geçiş bir dizi farklılaşma ile gerçekleşti. Bunların ilki: Tarımdan sağlanan bir artı ürün aktarmasıyla zanaatçıların beslenmesi olayıydı… Ekonomik farklılaşmaya koşut, toplumsal farklılaşma – sınıflaşma’ gerçekleşti… Farklılaşmanın bir boyutu gelişip: “Siyasal Farklılaşmayı” yarattı… Ve: Toplum, YÖNETENLER – YÖNETİLENLER farklılaşmasına uğradı…
FARKLILAŞMIŞ BİR TOPLUM…
Farklılaşmış bir toplumu birlik içinde tutmak, ‘Kaba güç’ yanı sıra, düşünsel ikna gücü’ araçlarının geliştirilmesini gerektirdi. Bu işlevi ise, ‘din adamları’ üstlendi. Din adamları ise, insanlığın yarattığı ‘ilk tam zaman uzmanları’ sayılabilirler…
Onlarla farklılaşma, düşünen – düşündürülen farklaşma biçiminde doruğa ulaştı…
Demek ki son farklılaşma da, tarımdan sağlanan ‘artı ürünün’ aktarılmasıyla, bir ‘düşünürler takımının’ beslenmesi oldu…
***
Düşünen – düşündürülen farklılaşmasının, insanlık tarihi açısından Paradoksal sonuçları gelişti… Bir kez düşünmek, insanı – hayvandan ayıran ‘ölçüt’ olduğu ölçüde… Bir grup insana daha fazla düşünme olanağı tanınırken… Başka grup insanları, daha az düşünebildikleri koşullar içinde bırakmak, onların insanlıklarını yadsımak demektir.
İnsanların bölünüp, bazı insanlara kol, bazı insanlara kafa işinin yüklenmesinin anlamı, her iki taraf için de yabancılaşma oldu… Son olarak, farklılaşma bir görünümüyle de uzmanlaşma demek olduğuna göre ‘Düşünsel Farklılaşma, insanlığın ‘Düşünce üretiminde, take - off’a (uçuşa) kalkması demektir…
VE… ÖYLE DE OLDU…
--------------------------------------------------------------------------
Yazar dediğin…
Bir şeyi sürekli yapıyorsanız – özellikle de bir yerlerde yazıyorsanız – tanıyanlarınız, arkadaşlarınız - sizden durmadan yazmanızı isterler… Bazılarına: “Aynı okulu bitirdik, siz de yazsanız ya!” demekten vazgeçtim… Efendim, yazma şeklim, seçtiğim konular başka türlüymüş… Şuymuş buymuş…
Bırakın canım, ülkemizde sadece ben değil… Kim yazarsa yazsın… Ya da yazmasın… Söyler misiniz: ‘Kimin Umurunda?” Kaç kişi, kaç yazıyı derinlemesine okur? Kimin, hangi yazısı neyi değiştirmiştir ki !
YAZI DEDİN Mİ…
Bir defa, ‘yazı’ dedin mi, iyice açıklamak gerekir: Ne yazısı, ne tip – nasıl bir yazıyı kastediyorsun… Dante, binlerce dize yazdı… Tam: 13 bin… Yazdı da dünyada neyi değiştirdi? Yine savaşlar, yine öldürmeler…
Bu kadar eser yazıldı da: ‘HİTLER’, yine gelmedi mi? O halde? Neye yaradı bu kadar yazar, bu kadar Nobel Ödülü!.. Ne fark etti yani… Ne yazayım yani, kimin için, neyi söylemek için…
Tabii, işin kolayına kaçıp: “Mehtap var, denizin üstünde ay titriyor…” Ya da: “Çocuklar beni sever, böbürleniyorum” diye yazsam, birincisini ‘NERUDA…’ İkincisini: ‘NAZIM’ söylemiş… (Bu tür çok dizeler buldum ama hep benden önce davranılıp yazılmış…)
Bir film izlemiştim, önemli bir konferanstan bölümler sunuyordu: Simone de Beauvoir: “Yazı yazarım, sizin vasıtanızla dünyayı değiştirmek için… Siz yoksanız yazı yazmam…” tezini savunurken, yanındaki:
“Tüm insanlar mahvolup, bir tek ben hayatta kalmışsam, yine de yazarım; çünkü içimdekileri dökmek ihtiyacı dayanılmazdır…” diye tutturmuştu…
Sartre: “Okuyucum yoksa,ben kimin için yazarım…’ diye piposunu tüttürüyordu…
***
Hade; başlayalım okumaya…
Okudunuzsa bile, James Joyce bulun ya da satın alarak tekrar okuyun… Bir deryadır O…
Alın, Cervantes’i, herkeste nasıl bir Donkişotluk dozu bulunduğunu ve türlü türlü yel değirmenleriyle dövüşerek: dünya âleme nasıl rezil olduklarının farkında bile olmadan birer kahraman olduklarını SANANLAR BAK…
ÇEVREMİZ DOLU…
Bunların arasında, çok yakınların, arkadaşların da olabilir…
Arkadaşları kırmamak güzel şey ama onlar da bunu istismar etmesinler…
Anlarım, diyeceğin yepyeni veya çok güzel bir şey varsa, o zaman konuş… ama…
Ne biri ne de ötekisi yoksa… O zaman SUS…
Boşu boşuna yırtınma… Üstelik insan – benim gibi – yazdığından çoğu kez memnun olmayabilir…
Tekrar okuduğunda bir sürü şeyin üzerini çizer…
Yazar dediğin, elmas yontucularından farklı değildir…
O da, kelam yontucusu ve anlam parlatıcısıdır… Boşuna söylememiş Madame, de Stael, kızına yazdığı bir mektubun sonunda: “Şekerim, uzun yazdım, affet… Kısa yazmak için vakit bulamadım…”
***
Doğrudur…
Maharet, öz ve az yazmaktadır…
Ama, kısa mı, uzun mu, yontulmuş mu, lüzumsuz, bol kelamlı mı, ne diye bu çetrefil işlere gireyim…
Böyle düşüne – yaza… Sayfanın sonu geldi…
Sesinizi duyar gibiyim: ‘HANİ YAZMAYACAKTIN…’
HAY ALLAHIM…