Sol Entelektüel’in Soy Ağacı ve Bugünün Sorusu?
Başlangıç için 18.yüzyıl sonlarına gitmek gerekecek. (Genel anlamda ‘entelektüel’ göz önüne alındığında bu çizginin M.Ö 5.yüzyıla, sofistlere kadar çekilebileceğini ise unutmamak gerekir.)
Bu tarihten başlayarak ama asıl 19.yüzyıldan itibaren Çarlık Rusyası’nın sert kültür ikliminde yeni bir sosyal kategori oluşur ve bunu tanımlayan bir kavram gündeme gelir: Entelijansiya. Bilim adamlarından öğrencilere, sanatçılardan ayrıcalıklı konumlarını yitiren soylulara ve din adamlarına kadar uzanan toplumsal kesimlerden oluşan entelijansiya’nın temel özelliği iyi eğitimli olmaları; kolay tatmin olmadıkları ve hırçın oldukları ise kesin. Varoluşlarının temelinde bu hırçınlığı ve tatminsizliği de taşıyan zengin bir düşünce birikimi ve yoğun bir tartışma ve eleştirme kültürü var; put kırıcı olmaları biraz da bundan. Cemil Meriç, Rus yazar Radiçev’in “Beşeri acıların yükü eziyor ruhumu” sözlerinin, bu sosyal grubun şiarı olduğunu yazar. Temel hedefleri iktidar ve iktidarın elitleri. İktidar ve otorite onları rahatsız eder; özgür ve eleştirel akıllarına, düşüncelerine ve bağımsız duruşlarını sonuna kadar korumakta ısrarlılar. Bu özellikleri ile toplumsal-siyasal yaşamın vazgeçilmez aktörleri. Devletin ve otoritenin belalıları olarak kabul edilmeleri de bu yüzden. Haklarında pek de iyi düşünen yok.
Üsttekiler, onları devlet düzeninin ve huzurun düşmanı, şımarık ve tatminsiz, muzır ve laf ebesi insanlar olarak görüyorlar ve aşağılıyorlar. Ancak düşünce zenginliklerine ve yaratıcı akıllarına da gizliden gizliye imrendikleri sır değil, hatta korku ile karışık bir saygı duydukları bile söylenebilir. Onlardan tamamen vazgeçmemeleri de muhtemelen buradan kaynaklanmaktadır; onları kendilerine tabi kıldıkları, sadece kendileri için konuşmalarını sağladıkları, yani kontrol edip denetleyebildikleri oranda yanlarında tutmaktan, arkalarını sıvazlamaktan ve taltif etmekten de geri durmadıkları aşikâr. Alttakiler ise, çoğunlukla kendi adlarına konuştuklarını hatta kendileri için canlarını bile feda etmekten çekinmediklerini söyleyen bu garip insanları aykırı ve ayrıksı yaban otları gibi görürler ve kendilerine ‘yaban(cı)’ bulurlar.
19. yüzyıl Rus entelijansiyası, üsttekiler ve alttakiler arasında hiç kimseye yar olmadan -ve doğrusu bunu da pek beklemeden- savrulur durur ve zaten ömürleri de çok uzun sürmez. Çarlık Rusyası’nın giderek alevlenen devrim koşullarında Lenin onlar hakkında “işçi sınıfı birliğini ve gücünü zayıflatan, oportünist burjuva hareketi” oldukları hükmünü verir ve kendi içinde tükenmeye yüz tutan bu özel ‘sosyal grubun’ tanımını ve misyonunu ‘ihtilâlci entelijansiya’ olarak değiştirir. Lenin’in öngördüğü ‘ihtilâlci entelijansiya’, artık toplumsal-siyasal olaylar karşısında ‘taraf olmak’ ve tarafı olduğu kesimin görüşlerini ve düşüncelerini savunmak ve bu uğurda mücadele etmek misyonu ile yeni bir içerik ve anlam kazanır. Nitekim Çarlık Rusyası’ndaki devrim koşulları ‘profesyonel devrimciler’ ve ‘ihtilâlci entelijansiya’nın katkılarıyla hız kazanır.
Aynı dönem -19. yüzyıl-, Batı Avrupa’da, Aydınlanma’nın ve modernitenin ürünü kabul edilen entelektüel’in en azından, hem yeni bir kavram ve hem de sosyal bir kategori olarak varlığını, toplumsal-siyasal ortamda güçlü bir şekilde duyurmaya başladığı zamandır. 1894’de Fransa’da meydana gelen bir olay ekseninde yaşananlar ise entelektüel’in tarihini başlatacak kertede önemlidir: Tarihe ‘Dreyfus Davası’ olarak geçen bu olayda, Fransız ordusunda görevli Yahudi bir asker, Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Almanlara askeri bilgiler sızdırdığı gerekçesiyle ‘vatana ihanet’ suçundan yargılanır ve suçlu bulunarak, ömür boyu sürgün cezasıyla Diable (Şeytan) adasına gönderilir. Apar topar alınan bu karar üzerine Dreyfus’un suçsuz olduğuna inananlar -ki aralarında gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, muhalif siyasetçiler vb. vardır- davanın yeniden görüşülmesi için girişimlerde bulunurlar. Sonuçta dava yeniden görülür ve Dreyfus’un suçsuz olduğu açıklanır. Ne var ki bu karar kamuoyundan gizlenir ve o andan itibaren de, bir yanda Dreyfus’un suçlu olduğunda ısrar edenlerin (başını milliyetçiler ve muhafazakârlar çekmektedir), diğer yanda ise onun suçsuz olduğunu savunanların (aralarında cumhuriyetçiler, radikaller, savaş karşıtları, sosyalistler, gazeteciler, sanatçı ve yazarlar vb.vardır) yer aldığı yeni bir tarışma ve mücadele başlar.
Dreyfus’un suçsuz olduğuna inananlarla birlikte hareket eden yazar Emil Zola, işte tam bu dönemde, doğrudan Fransa devlet başkanını hedef alan ve neredeyse bir manifesto niteliği taşıyan ünlü ‘İtham ediyorum’ başlıklı mektubu yazar ve bu mektup bir gazetede yayınlanır. Zola mektubunda Dreyfus’un suçsuz olduğunu savunur ve yeniden yargılanmasını talep eder. Ertesi gün aynı gazetede Zola’yı destekleyen ‘Entelektüellerin Protestosu’ başlıklı bir bildiri yayınlanır ve kendilerine ‘entelektüeller’ diyen -aralarında Marcel Proust, Andre Gide, Anatole France gibi ünlü yazarların da yer aldığı- bir grup bu bildiriyi imzalar. Ve sonuçta Yüzbaşı Dreyfus yeniden yargılanır ve mahkeme suçsuz olduğuna karar verir. Dreyfus Davası ile entelektüel’ler, sadece sosyal bir kategori olarak varlıklarını kanıtlamazlar; aynı zamanda toplumsal duyarlılıklarını ve dahası her zaman ve her koşulda hakikatin peşinde olduklarını, doğruyu ve doğru bildiklerini her koşulda savunacaklarını ve adaletin tecellisinde ısrarcı olacaklarını da sergilemiş olurlar. Zola’nın ‘hakikat, doğru ve adalet’ taleplerini içermesi bakımından adeta bir manifesto niteliği taşıyan mektubu ve sonraları yaygın bir retorik haline gelecek olan ‘itham ediyorum’ sözleri ise bu konudaki ısrarın ve cesaretin simgesi halini alır.
19.yüzyılda ünlü Dreyfus Davası ile artık kitlelerin malı olacak bir kavram haline gelen entelektüel, özellikle 20.yüzyıl başı itibarıyla bu kez de yeni bir sınıfın -İşçi Sınıfı’nın- sözcülüğüne soyunacaktır. Bir adı da ‘İdeolojiler Çağı’ olan bu dönemde ‘teori-praksis’ birlikteliğini önceleyen Marxizm dünyayı sadece yorumlamakla kalmayan ama aynı zamanda onu değiştirmeyi sağlayacak olan, bütüncül bir kurtuluş ideolojisi olarak Sol entelektüel’in zihniyet dünyasının temel yapı taşını oluşturacaktır. Marx’ta daha çok bir ‘varoluşu’, Lenin’de ise ‘taraf oluşu’ önceleyecek olan sol entelektüel duruş, Sol’un bir başka çilekeş kuramcısı Gramsci tarafından da geliştirilerek ikili bir tasnife tabi tutulacak; bir sınıfa ait olan ve onun ideolojisini üreten ‘organik entelektüel’le, bir anlamda sınıflar üstü olan daha ‘geleneksel entelektüel’ ayrımı sol literatüre yerleşecektir. Kesin olan artık sol entelektüel’in (O’nunla eş anlamlı kullanılan ‘Aydın’ kavramı, artık entelektüelin ciddi bir eylemci haline dönüştüğü bu dönemlerde daha yoğunluklu olarak dillere yerleşecektir) ‘siyasallaştığı’ ve siyasal mücadelede de bir taraf olacağıdır. Bu ‘taraf olma’ hali, içinde yaşanan zamanın ruhuyla da (devrimler çağı) uyumlu olarak birçok entelektüel tarafından bir ‘sorumluluk’ olarak dile getirilecek, örneğin Sartre bunun altını ısrarla çizecek ve hatta O’nun muhafazakâr bir entelektüel olan R.Aron’la yaptığı tartışmalardan geriye kalan “Aron’la haklı çıkmaktansa Sartre ile yanılmak evlâdır” deyişi, kendini taraf gören sol entelektüellerin amentüsü haline gelecektir.
Ancak şu da var ki sol entelektüel’in ‘taraf olma’ hali başından itibaren sorunlu ve tartışılan bir ilişki olacaktır. Spekülasyonun en çok ‘entelektüel’ üzerinden yapılıyor olması ise (entel mi, dantel mi, hain mi, lafazan mı, gerekli mi gereksiz mi...vb..) onda, ‘aklın’ ön plâna çıkıyor olmasındandır. Etimolojik kökeni ve sözlük anlamı bağlamında entelektüel ‘akıl-zihin-idrak’ ile ilgili olmayı ifade etmektedir. Bilimi, bilgiyi, iyi eğitimi gözetmeleri; buradan hareketle fikir ve düşünce üretmeleri, sorgulayıcı ve eleştirel olmaları ve muhalif karakterleri de bu yüzdendir. (Onlar için “dünyası düşünce, vatanı kitap” da diyorlar.) Ve işte yine tam da bu yüzdendir ki başlangıçtan itibaren entelektüelin ‘taraf olma’ hali sorunlu olmuş, tartışmalar yaratmış, özellikle 20.yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan gelişmeler bu sürecin daha da yoğunlaşmasına neden olmuştur.
Şudur: Mutlak ‘taraf olmak’, son kertede bir kesinliği, durağanlığı ve aşkınlığı ifade etmektedir. Bir başka ifadeyle bu, onun her koşulda, zamanda ve mekânda geçerli olduğunun kabul edilmesi demektir. Oysa, yaşamda durağanlık söz konusu olmadığından, hiçbir (siyasal) ideolojinin, hiçbir kuramın böyle bir gücü yoktur. Adorno, Minima Morala’da “Her kuram durağan bir yapı olarak kurulması yüzünden, en sonunda ‘paranoyak özellikler’ göstermeye başlar. Doğru olan düşünceler, yalnızca kendilerini aşanlardır” der. Şunu demeye getirir, yaşamın dinamik akışkanlığına giydirilecek her zaman için geçerli mutlak bir ideoloji/düşünce olamaz; ideoloji/düşünce yaşamın dinamik akışkanlığı ve bu akışkanlık içinde hâsıl olan koşullar, imkânlar ve ihtimaller karşısında kendini gözden geçirmek ve buradan seçenekler üretmek zorundadır. Eğer böyleyse gerek ideolojik/kuramsal gerekse siyaset olarak yaşanmakta olan süreç karşısında sergilenecek sol entelektüel duruş ‘taraf olmak’ değil ‘tavır almak’ olmak gerekmektedir; öyledir, çünkü sol entelektüel duruş, tamamlanmış mutlak bir ‘varoluş hali’ değil, süreklilik ve değişkenlik taşıyan bir ‘oluş hali’dir. (Burada Hannah Arendt’i anmamak mümkün değildir.)
Bugün tarihsel birikimi ve deneyimleri ışığında sol entelektüel düşünce/kültürün niteliği, onun toplumsal/siyasal alanla ilişkisinin mahiyetinin ve kapsamının ne/nasıl olacağı, olaylar, olgular ve gelişmeler karşısında ‘taraf olmak’ mı yoksa ‘tavır almak’ mı sorusuna verilecek yanıtla doğrudan ilişkili olsa gerektir.