Sol'un açmazı: Devlet – Piyasa İkilemi
Mertkan Hamit: Sanırım, piyasa kavramını anlayabilmek için öncelikle bakmamız gereken kaynak Adam Smith'in kaleme aldığı ve ilk kapsamlı ekonomik eser olarak nitelendirebileceğimiz “Ulusların Zenginliği” kitabıdır.
Mertkan Hamit
Geçtiğimiz haftalarda Gaile dergisinde “Kuzey Kıbrıs'ta Ekonomik Neoliberalizm” başlığıyla yazdığım yazı genel bir değerlendirme niteliğindeydi. Bunun ardından 14 Ağustos tarihli Gaile’de Mustafa Öngün tarafından kaleme alınan “Neoliberalizm'in Toplumsal ve Kültürel Boyutu” isimli makale, son derece etkili bir biçimde, neoliberalizmin toplumsal yapı üzerindeki etkilerini değerlendirerek ve Aristotelesçi bir çözüm öne sürerek tartışmayı genişletti. Bu noktadan itibaren, konuyu hâlâ daha Kıbrıs solunun ajandasının üst sırasında tutmak amacıyla bu yazıda, genel anlamda, kapitalist sistemin en etkili elemanlarından biri olan piyasa üzerine bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Ardından da piyasayı (ya da diğer bir deyişle “pazarı”) kar yapma güdüsü yerine insanı merkez alarak yeniden kavrayabilmenin mümkün olup olmadığı üzerine kendi görüşlerimi kabaca belirteceğim.
Sanırım, piyasa kavramını anlayabilmek için öncelikle bakmamız gereken kaynak Adam Smith'in kaleme aldığı ve ilk kapsamlı ekonomik eser olarak nitelendirebileceğimiz “Ulusların Zenginliği” kitabıdır. Adam Smith ve takipçileri olan klasik iktisatçılara göre, liberal ekonominin doğru ve verimli bir biçimde çalışmasının ana koşulu, piyasanın çalışmasına engel oluşturabilecek hiçbir kuruma müdahale yetkisi verilmemesidir. Piyasa veya pazar kısaca “mal, hizmet ve emek değişiminin veya bunların birleşmesi ile oluşturulacak olan ‘meta değerinin’ para karşılığında mübadele edilmesini mümkün kılan alan” şeklinde tanımlanabilinir. Adam Smith bu mekanizmanın tamamen özgür bir biçimde çalışması durumunda yaşanılacak problemlerin “görünmez bir el” tarafından düzeltilebileceğinden bahsetmektedir. Adam Smith kârını en üst seviyeye çıkarma hırsına sahip olan girişimcinin sürekli motive olabileceğini varsayarken, aynı biçimde verili koşullar aktubda piyasanın etkin çalışmasının da sağlanabileceğini ortaya koymaktadır. Benzer bir yaklaşımla Adam Smith, ekonomik kalkınmayı sürekli kılacak olan bu yapının çalışma koşullarını da geliştireceğini düşünmektedir. Bu sebepten Adam Smith (ve takipçileri) işçi birliklerine ihtiyaç olmadan bireyin mutluluğu üzerinden verimli ve etkin bir ekonomik sistemin sağlanabileceğine inanmaktadır. Dahası devletin ve sendikaların rolünü son derece tehlikeli ve yıkıcı bulmaktadır. (Smith, 1991)
Adam Smith'in belirttiğim yaklaşımlarına ek olarak, Frederich Hayek'in 1974 Nobel ödüllü “para teorisi ve ekonomik dalgalanmalar” üzerine yaptığı çalışmada ise (Adam Smith ile benzer bir biçimde), ekonomik serbestleşmenin, mali işlemlerde devlet etkisinin azaltılmasını (deregülasyon) hedef alan çalışması, piyasa sistemindeki “bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler” prensibini daha da hegemonik bir hale getirmiştir. 1980'li yıllardan günümüze klasik ekonomik politikalar dünya genelinde ciddi bir hegemonya oluşturmuş ve politik düzeyde de son derece etkili olmuştur. Özellikle 1980’li yıllarda İngiltere'de Thatcher, Amerika Birleşik Devletleri'nde ise Reagan'ın uygulamış olduğu politikalar, Türkiye'de 1980 darbesi ardından oluşturulan yeni güç dengesi ve anayasal düzenle gerçekleştirilmesi mümkün olan Özal politikaları, aynı şekilde Erdoğan'ın iktidarı boyunca desteklemiş olduğu para politikaları ile ekonomik politikalar yukarıda kısaca verilen teori ile son derece örtüşmektedir.
Baskıcı bir biçimde uygulanan neoliberal ekonomik politikaların, her denemede başarılı olmaması bir tarafa, başarılı gibi görünen örneklerde ise tüm bu politikaların çevre ve yarı çevre olarak nitelendirilen ekonomilerde denenmiş olması önemli bir noktadır[i]. Hızlı bir deregülasyon denemesi, bir taraftan merkez ekonomilerden çevre ve yarı çevre ekonomilere sermaye akışını sağlarken, eş zamanlı olarak ekonomik anlamda bir genişlemeye de neden olmaktadır. Yapılan yatırımlar (finansal araçlara dayalı transfer işlemleri olması dolayısıyla) spekülasyona açık bir ekonomik yapı oluşturmaktadır. Gerçek anlamda ürünlerin üretilmesine dayanmayan bu sistem spekülatif saldırılara karşı son derece zayıftır. Gerek dönemlik dalgalanmalar, daralmalar ve kriz şartlarındaki yıkıcı etki, gerekse de her şeyin yolunda gittiği dönemlerde oluşturulan kârların yatırım yapılan ülkeye yeniden yatırım olarak değil de sermaye değerlendirmesinin daha verimli ve güvenilir olduğu merkeze gönderilmesi ile sonuçlanması, ekonomik anlamda yatırım kaybına ve ciddi daralmalara sebep olmaktadır.[ii]
Yukarıda kabaca bahsedilen ve çeşitli coğrafyalarda toplumsal anlamda son derece büyük çalkantılara sebep olan bu olaya liberal ekonomide durumu normalleştiren bir isim veriliyor, “piyasa başarısızlığı/market failure”. Yani kimsenin müdahale etmediği, zor durumda “görünmez el” tarafından müdahale edileceği kabul edilen bir oyun kaybedilmiş gibi algılanarak, yeniden daha da acımasız yöntemlerle mevcut statüko bozulmadan yeni oyunlar kurgulanmaktadır ve rövanşı kazanırız edasıyla acil tedbirler adı altında uygulanan yıkıcı politikalar daha da yıkıcı bir hal almaktadır. Slavoj Zizek'in “Living in the End Times” isimli çalışmasında Tim Hartford ve Karl Marx'ın görüşlerini harmanlayarak oluşturduğu değerlerle, piyasa başarısızlığına sebep olan etkenleri, kıtlık, yetersiz bilgi ve dışsallık olarak sıralayabiliriz.
Bu noktadan itibaren oldukça genel ve derin tartışmalar gerektiren bu kavramları ben teker teker açıklamak yerine genel bir yaklaşımla ele alacağım. Bu tartışmayı kıtlık noktasından başlayarak genelleştirmek her zaman tutarlı bir eleştirel yaklaşım olmayabilir fakat yazının kapsamı açısından bana göre en yararlı yöntem bu gibi görünmektedir. Ekonomide kıtlık, üretim maddelerinin kıtlığı anlamına gelmektedir. Fakat bu yazıda, yukarıda belirtilen kaynaklardaki tartışmaların da getirdiği bir açıyla kıtlık, farklı bir biçimde tanımlanacaktır. Buna göre, kıtlık kavramını Wallerstein'ın öne sürdüğü merkez ile çevre ilişkisine uygun bir yaklaşımla ele almak gerekmektedir. Ekonomik olarak kalkınmış olan 'merkezin' sömürdüğü 'çevre' ülkeleri aslında merkez ekonominin açgözlülüğü uğruna 'kaynakların etkin kullanımı' bahanesiyle talan edilirken, piyasa başarısızlığı tüm bunların ardından çevre ekonomilerde yaşanan bir nevi güç kıtlığıyla ilgilidir. Benzerini ülkeler arası değil bir ülkenin içindeki ekonomik ilişkilerde de aynen görebiliriz.
Yani güç sahibi olan işverenin, tam anlamıyla çalışanının 'suyunu çıkarması' ve bunu yaparken sistem içerisinde güç sahibi olan diğer kapitalist sınıfların kârları uğruna işçinin kendini mutlu ve güvende hissedebileceği her şeyin satın alınabilecek bir meta haline getirilmesi, ekonomik olarak ezilenlerin her geçen gün daha da derin bir biçimde zayıflatılarak görünmez kılınmasına sebep olmaktadır. Bu büyük ölçüde emekçi ile kapitalistlerin ilişkisinin geçmekte olduğu piyasa ilişkilerinin gitgide daha da kırılgan bir duruma gelmesine de sebep olmaktadır. Bu noktada ise piyasa sisteminin başarısız olmasındaki ana neden aslında bir güç kıtlığı, ya da güçsüz halkın güçlü kapitalistle var olan asimetrik ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Tüm bunlara ek olarak kapitalist sistemin çalışanı esir alan bu halinin kendi kendine daha yıkıcı bir durum yaratması ve sonuçlarını da 'arsız' kapitalist sınıfın değil daha çok tüm bunların sebebiyle 'güç kıtlığı' yaşayan işçi sınıfının ödemesi son derece çelişkili bir durum yaratmakta ve şartları kötüleştirmektedir.
Gitgide totaliter bir güç haline gelen kapitalist sınıfın, kâr uğruna görünmez hale getirdiği emekçi sınıfı, mevcut piyasa koşullarında görünmez hale getirmesi ve ekonomik olarak kuşatma altında tutuyor olması ise mutsuz ve yabancılaşmış kitleler yaratmakta, insan yaşamını anlamsızlaştırmaktadır. Oluşturulan sözde zenginliğe rağmen kitlelerin amaç ile araç arasındaki ilişkiyi benimseyememiş olması, bireysel tatminin her şeyin önüne geçmiş olması, insani değerlerin günden güne içinin boşalarak anlamsızlaşması son derece tehlikeli bir durum yaratıyor. Sanırım bu, günümüz sisteminin radikal bir biçimde değiştirilerek yeniden formüle edilmesi gerektiği gerçeğini gün gibi ortaya çıkıyor.
Devletçi sistem ile piyasa sistemi arasında bir tercih yapmak bugün sadece Kıbrıstürk solu açısından değil tüm ülkelerdeki sol hareketler açısından da ciddi bir çıkmazı teşkil etmektedir. Devletin aktif olarak ekonomik ilişkilerde yer aldığı merkezi planlı sistem deneyimlerinin özgürlük alanını sınırlandırarak devlet kapitalizmini oluşturmuş olması, Keynesyen ekonomik modelin alternatif ve özgürleştirici bir yapı oluşturmak yerine mevcut güç ilişkilerini sürdürmekte kararlı olduğu gerçeği ve serbest piyasa ekonomisinin emekçileri görmezden gelerek kâr güdüsüne odaklaşırken sefaleti körüklemesi gibi durumlar, “Nasıl bir ekonomik politika?” sorusunun neden halen daha yanıtlanamadığının göstergeleridir.
Kişisel görüşüm, Antik Yunan’dan beridir var olan pazar ve pazar ilişkisinin günümüzde daha adaletli bir şekilde yeniden kurgulanmasının son derece acil olduğudur. Bunu başarabilmek, hayatını sürdürebilmek için emeğinden başka hiçbir üretim aracına sahip olmayan tüm insanları kapsayıcı biçimde bir araya getirip politik talepler oluşturmaktan geçmektedir. Fakat bunun yapılış biçimi girişte belirtilen klasik ekonomik modelde anlatıldığının tam tersi bir biçimde olmalıdır. Başka bir deyişle, piyasa ilişkilerinde kapitalist sınıfın sınırsız bir kudrete sahip olmasının engellendiği bir yapı ile mümkündür. Coğrafik, bölgesel ve kültürel farklılıkları göze alarak kurgulanmış kendine özgü bir ekonomik sistem, insan faktörünü hesaba katarak bir araya getirildiğinde ve kontrol edilebilinir bir iç denge mekanizması ile birleşmesi durumunda sürdürebilir olabilir. Bana göre bu, emekçi kitlelerin işlerine yabancılaşmalarını engellemek açısından da son derece önemlidir. Dahası, üretim araçlarının ve artı değerin toplumsallaştırılabildiği bir sistemin adil bölüşümü ve özgürleşmeyi mümkün kılabileceği de aşikardır. Tüm bunların mümkün kılınması yukarıda belirtildiği gibi, emekçi kitlelerin sermaye birikimini elinde bulunduran sınıfa kıyasla ortaya çıkan güç kıtlığı probleminin üstesinden gelinmesine bağlıdır. Çalışanların toplu bir biçimde güçlerini yeniden düzenlenmesine yönelik talepler, eldeki tüm araçları kullanarak dile getirilmelidir. Bana göre bu, örgütlü grupların alternatif piyasayı yaratarak sisteme muhalif hareket noktası oluşturabilmeleriyle mümkündür. Ayrıca bu yönde geliştirilecek politik talepler de sağlıklı bir ekonomik altyapının meşru zeminini oluşturma potansiyeline sahiptir ve çalışanların haklarının gasp edilemeyeceği adaletli, eşitlikçi ve özgürlükçü bir sistemin egemen olmasını sağlayabilir.
Notlar
i. Çok kabaca belirtecek olursam, Wallerstein “The Modern World-System” isimli kitabında küresel makro-ekonomiyi merkez ve çevre ilişkisine dayandırarak açıklamaktadır. Bu teoriye göre merkez ülkeler ABD, Almanya, Fransa gibi kalkınmış devletlerdir, çevre ülkeler ise sömürülen zayıf devletlerdir. Bunların arasında kalan yarı-çevre ülkeler ise Türkiye, Rusya, Hindistan gibi devletlerdir. Wallerstein, bu devletlerin mevcut sömürü ilişkilerini meşrulaştırdığını öne sürmektedir ve Merkez, gücünü sürekli kılmak adına çevreyi sömürürken, bunu yarı çevre ile paylaşarak ve yarı çevreyi etkisi altında tutarak böylelikle küresel sistemin devamını sağlayarak mümkün kılmaktadır.
- Konuya buradan yaklaşılmasının en önemli sebeplerinden biri, son dönemlerde Türkiye'de ve aynı şekilde Kıbrıs'ın kuzeyinde yaşanan döviz kurlarındaki dalgalanmadır. Her ne kadar da belli çevreler tarafından krizin teğet geçildiğine inanılıyor olsa da, konu ile ilişkilendirmek açısından; kâr transferleri yüksek meblağlarda yabancı paranın ülkeden çıkışı anlamına geldiğinden bunun sonucunun güvenilir para birimine sahip olmayan ülkelerin parasında ciddi bir 'değer kaybına sebep olması', üretimi dışarıdan gelen hammadde ile yapan ya da üretmek yerine ihraç ürünler ile piyasada ürünlerini farklılaştıran ekonomilerde ise 'enflasyon -malların fiyatlarının sürekli olarak artması' kaçınılmazdır.