Solun Alternatif Arama İhtiyacı
Umut Özkaleli; Otuzlu yaşlarının ortalarına gelmiş olan hemen her birey bu ülkede siyasetin uzunca bir süre iki temel çizgide ilerlediğini hatırlar
Umut Özkaleli
Otuzlu yaşlarının ortalarına gelmiş olan hemen her birey bu ülkede siyasetin uzunca bir süre iki temel çizgide ilerlediğini hatırlar. Birincisi, sağ politika çerçevesinde toparlanan “Türkiye ana-vatan, ona şükran, tam bağlılık, her şeyin önünde Türkiye’nin çıkarlarını tutma, etnik merkezli bir abi-kardeş ilişkisi ve güvenliğimiz için olmazsa olmaz görülen bir aktör” algısıdır. İkincisi, sol politika çerçevesinde toparlanan, Türkiye’nin adada bulunuş biçimine karşı duran, Türkiye’nin kültürel, siyasal ve ekonomik politikalarını eleştiren, bağımlılık ilişkisinin zararlarına dikkat çeken ve her şeyden daha önemlisi Türkiye’nin seçimler de dâhil her türlü politik konuda karar verici olmasına karşı duruş sergileyen bir algıdır. Elbette solun değişik versiyonları değişik şekillerde duruşlar sergilemiştir ancak Türkiye’nin Kuzey üzerindeki politik karar verici duruşu, uzun bir süre, solun hemen her kesiminin eleştirdiği bir nokta olarak geçmiş yıllarda ortaya çıkmıştı.
Sağın otuz yıla yakın bir süre yürüttüğü anti-demokratik kadrolaşma, kendinden olmayanı canından bezdirme, yandaşlara ve yandaş olunması istenenlere mal parselleme ve maaş verecek pozisyonlar oluşturma, “Türkiye-şükran” söylemi üzerine inşa edildi. Bu yaklaşımlar, sosyo-politik, ekonomik ve kültürel yozlaşmayı da beraberinde getirdi. Süreç içerisinde eleştirilen yalnızca sağın Türkiye algısı ve politikası olmadı, aynı zamanda sağın politik kültürü de eleştirildi. Yapılması gereken de oydu elbette. Muhalif olanların iş bulamadığı, karşı duruş sergileyenlerin önce işsiz bırakılıp ardından da uyku kaçıracak meblağlarla devşirilmeye çalışıldığı bir kültür elbette eleştirilmeliydi.
Bugün durum oldukça farklı. Gelinen noktada sağ politika ile sol politika arasındaki keskin hatları politik partiler düzeyinde görmek mümkün değildir. Sol partilerin, sağın politik kültürünün asimilasyonu altına girerek sağ politik kültürün oturttuğu kadrolaşma, vatandaş yerine mal ve maaş eksenli yandaşa çalışma politikaları halk içinde büyük bir küskünler kulübü oluşturdu. Çünkü vatandaş eksenli ve eşit bölüşüme dönük olmayan her politika kaçınılmaz olarak destekçiler içinde de büyük bir grubu dışında bıraktı. Solun, sağ politik kültüre asimilasyonu bu düzeyde de kalmadı; Türkiye’nin kendi içindeki kırılmaları da dikkate alınarak “kimin daha güçlü olan Türkiye’yi arkasına aldığı” politik eksenimizin merkezine oturdu. Hiçbirimizin inkâr edemeyeceği şekilde, geçen seçimler en çok kimin Türkiye tarafından destek aldığını kanıtlama yarışına döndü, bu vahim durum sağ ve solun posterlerine kadar yansıdı. Bunun gerekçesi sol içerisinde bir söylem birliği yaratılarak verilmektedir, bu söyleme göre: “Türkiye güçlü bir aktördür, varlığını inkâr etmek rasyonel değildir, Türkiye’nin aktör pozisyonu kabul edilerek pazarlık yapmak gereklidir, içinde olduğumuz bu ‘verili’ durumu inkâr etmeden politika yapma mecburiyeti vardır.” Bu noktada artık sol partiler çoğu zaman kavgalı oldukları sendikalarla birleşiyorlar. “Nasıl üretime geçebiliriz?” sorusu ve onun mücadelesi yerine müzakere, maaşların azalıp azalmayacağı, memurun 13. maaşının gidip gitmeyeceği, hayat pahalılığının eklenip eklenmeyeceği noktasında kaldığı gibi, partiler düzeyinde de Türkiye dışişleri bakanlığına faksı kimin çekip çekmeyeceği, Türkiye’den para gelmesi sorunsallaştırılmadan Türkiye’den gelen parayı kimin ne düzeyde kullanabileceği noktasında bir pazarlığa gidildi.
Daha önceki bir yazımda, ekonomik ve siyasi mücadelenin farkını ortaya koyarken siyasi mücadelenin kapsamlı şekilde kendi ayakları üzerinde durabilecek, eşitlikçi bir yeniden yapılanma anlamına geldiğini, ekonomik mücadelenin ise var olan sistemle hâlihazırda barış ilan ederek bu sistemdeki koşulları tartışmak olduğunu irdelemiştim. Yazımı dikkatli okumayan ya da sol olarak ihtiyacımız olan köklü ve transformatif eleştiriyi kabul etmek istemeyen kişiler, bana ekonomiyi siyasetten ayıramayacağım telkininde bulundu. Hâlbuki siyasi mücadele “bağımsızlık için üretim nasıl, ne şekilde”, “ bağımsızlık için eşitlikçi bölüşüm nasıl, ne şekilde” sorusundan başladığında göre, siyasi mücadele yaklaşımının ekonominin önemini inkâr etmesi elbette ki mümkün değildir.[1] Tahakküm zaten en hızlı şekilde ekonomik hâkimiyetle hayat bulmaktadır, o yüzden de ekonomik bağımsızlığı hedeflemeyen “sadece ekonomik paketleri eleştirelim” yaklaşımı da özgürleşme getirmemektedir. Hem sendikaların hem sol politik partilerin Türkiye ile ilişkilerinde seçtikleri yöntemin sorunsal boyutları Audre Lord’un meşhur tabiriyle “Sahibin araçları, hiçbir zaman sahibin evini alaşağı etmeyecektir.” (The Master's Tools Will Never Dismantle the Master's House- Buradaki Sahip/master kolonize eden gücü simgelemektedir-) şeklinde ifade edilebilir. Bir başka deyişle, bizim sol olarak Türkiye’nin tanımladığı politik yapı içerisinde mücadele biçimlerini kabul etmemiz, bu efendinin varlığını hayatımızda bulunduğu şekliyle perçinlemekten başka bir işe yaramamaktadır. Alternatif arayış gerekliliği de gördüğüm kadarı ile hep tek bir soruya endekslenmektedir: “Yaratılan alternatifin siyasi olarak kendini manifest eden biçimi kim olacaktır, hangi partiye mal olacaktır?” Sorunun cevabı kaçınılmaz olarak “ilk başlarda hiçbir parti ve kimse olmayacaktır” şeklinde hayat bulmaktadır. Ülkemizde yozlaşmış, parasal bir kazanım ve profesyonel meslek haline gelmiş olan siyasetin şu anki kurulu düzende bizi herhangi bir değişim ve dönüşüme götürmesi mümkün değildir. Belki uzun bir süre partilere mal olmayacak ve bu memleketin içinden insanların siyasi kazanım elde etmeyecekleri pozisyonlara gelerek bu işi sırtlanacağı bir alternatif yaratmak zorunda kalacağız. Belki siyasi partilerin emir komutasında önde geldiği için değil sadece o işin uzmanı, ya da tecrübesiyle biliş düzeyinden kuşku duymadığımız bireyler üzerinden bağımsızlık gelene kadar bu yozlaşmış parti sistemine bir ara vereceğiz. Biz ürettiklerimizi satamadığımız için gürültü çıkardığımızda sonunda Ankara bundan çok öfkelendiği için seçilemeyeceğini düşünen bir avuç “milletvekili” ile bağımsız bir insan topluluğu olamayacağız çünkü. Olamadık, olamıyoruz ve olamayacağız bu sistem devam ettiği müddetçe. Siyasi partilerimizi en idealist inanışlarımızla bile dönüştüremediğimiz, dinozorların hâkimiyetine son veremediğimiz, profesyonel politikacı zihniyetinden kendine yer etmiş insanların bireysel ihtiyaçlarından bir adım öteye gidemediğimiz bir yapıyı tecrübe ettik en umut kırıcı şekliyle.
Ancak sanırım daha “nasıl bir alternatif” sorusuna yönelmeden önce ihtiyacımız olan şey, içinde bulunduğumuz durumda “tuttuğumuz” siyasi partilerin “iktidara” gelmesinin aslında bizi bireyler olarak o çok eksikliğini tamamlamaya çalıştığımız kimliksizlikten, ifadesizlikten, güçsüzlükten gerçek anlamda kurtarmadığının farkındalığını yaşamaktır. Ya da bazı başkalarımız için annemizin babamızın iktidarının bize sağladığı geçici pozisyonların, proje paralarının da sonunun geleceğini bilmektir. Tıpkı sağ iktidardakilerin mal ve mevki kaynaklarını teker teker tükettiği gibi. Günün sonunda partilerimiz iktidardan düşecektir ve biz gene kolektif olarak bağımsızlaşamamış bir memlekette sağ iktidarın altında kendimizi çırılçıplak ve tahakküm altında hissedeceğiz, tıpkı şimdi hissettiğimiz gibi. Yazılarını genellikle “dayanışma” inancı ve umuduyla bitiren birisi olarak bu defa biraz farklı bir yol izleyeceğim ve hayali bir senaryo ortaya atacağım:
“Türkiye Cumhuriyeti KKTC’yi feshettiğini açıkladı. Meclisi kaldırdı, bakanlıkları iptal etti. Artık seçim yalnızca belediyelerde olacak. Kıbrıs temsilcileri Ankara’daki politik partiler içinden Ankara’daki meclise seçilecek. Kıbrıslı vekil sayısı beş olacak ve Ankara’nın yolunu tutacak.”
Öyle bir anda mevcut mücadele sadece bu 5 milletvekili üzerinden yürütülebildiği için bu verili duruma ayak uydurarak “siyasi iradenin tek şansı bu” deyip kendi partimizden milletvekillerini oraya seçtirme yolunu mu deneyeceğiz, yoksa bu “alternatif düşünmeyi reddediyoruz” mantığını bir kenara bırakıp, içinde sürüklendiğimiz bu kısır döngü ve değişim getirmesi mümkün olmayan durumdan sıyrılmak için bir araya gelerek alternatif politika mı üretmeye başlayacağız? Bugün siyasi partileri uğruna ve kolektif bağımsızlığı getirecek alternatifler aramak yerine sahibinin araçlarını kabul edenlerin cevabının ne olacağı sanırım benim için açık.
Artık Kıbrıs’ın kuzeyinde pek çoğumuz için senaryonun yukarıdaki varsayımsal senaryodan çok da farklı olmadığını ifade etmeliyim. Ancak yine umudumu kollayarak, ihtiyacımız olan tek şeyin bir araya gelip o yokmuş gibi varsayılan, araştırılmadan terk edilen alternatif yolların arayışına girmek olduğunu yinelemeliyim. “Bunun alternatifi yoktur”, “çok biliyorsan sen söyle alternatifi”, “verili durum inkâr edilemez”, “Türkiye mümkün değil üretime izin vermez, bu yapılamaz” söylemleri ile bizi herhangi bir alternatife götürecek cevapların bulunamayacağı ortadadır. Ve tabi ki kolonizasyonun içselleştirilişinin en yükseğe çıktığı andır. Dünya var olan durumu kabul ederek dönmeye devam etseydi, insan ne uçabilirdi, ne ev yapabilirdi, ne kadınlar seçme hakkı kazanabilirdi, ne de kölelik sistemleri ile yapılan bütün mücadeleler devam edebilirdi. Şu an hepimizin sarılabileceği somut bir alternatifin zihinlerde olgunlaşmamış olması demek bu arayışın alayla, reddedilişle, kestirip atmayla göz ardı edilebileceği anlamına gelmemektedir. Ülkemizde alternatif arayışlar her gün bir şekilde tomurcuklanmaktadır. Eninde sonunda bunlardan bir tanesi ülkemizi herkesin tahakkümünden kurtaracak alternatifleri yaratmaya başlayacaktır. İhtiyacımız olan şey “bize alternatif doğmasın” korkusuyla çelme takmaya çalışmak yerine bu arayışın devam etmesine katkı koymak ve her yeni atılımı umutla karşılamaktır. Vizyonumuz ne kadar geniş olursa bağımsızlığımızı kazanmak da o kadar mümkün olacaktır.
[1] Bana bu eleştiriyi yapanların akademik olarak “causality and directionality” problemi yaşadıklarını bir not olarak geçmekle yetiniyorum.