Sol’un Ateşten Gömleği Milliyetçilik
Sol’unun milliyetçilikle imtihanı her zaman ve her yerde zorlu olmuştur. Komünist Manifesto’da Marks ve Engels, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinde sınıf çıkarlarını ön plana çıkarmasını vurgularlar. Fakat yurdu olmayan bir sınıf olarak tanımlanan proletaryanın enternasyonal dayanışması, nasyonal alanın baskısı sonucunda önemli sorunlarla karşı karşıya gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte proletaryanın enternasyonal dayanışma yerine, burjuvazinin peşine takılıp ulus-devletler adına savaşması, kimilerine göre ulusun sınıf karşısındaki gücünü veya ulus-sınıf ilişkisinin ne kadar karmaşık olduğunu göstermiştir.
Bunda, Marksizm’in derinlemesine bir ulus analizi yapmamış olması kadar, milliyetçi ideolojinin kitleleri büyüleyen gücü de etkili olduğu ileri sürülmüştür. Nitekim Tom Narin, milliyetçilik teorisinin “Marksizm’in tarihsel başarısızlığı” olarak adlandıracaktı.
Abdullah Korkmazhan’ın geçtiğimiz günlerde yayınlanan kitabı, Türkiye solunun Kıbrıs Sorununa bakışını konu alıyor. Korkmazhan, Kıbrıs Üniversitesi’nde hazırladığı, Türkiye Solu ve Kıbrıs Sorunu (1950-1980) başlıklı doktora tezini “Türkiye Solunun Kıbrıs Çıkmazı” başlığı altında kitaplaştırdı ve bu konuda oldukça fakir olan literatüre önemli bir katkı sağladı.
Kitapta, Kıbrıs Sorununun 1950’lerde ortaya çıkışından itibaren Türkiye’de sol örgüt ve hareketlerin aldığı tavırlar inceleniyor ve Türkiye’nin 1980’e kadar aldığı kararlar, uyguladığı politikalarla ilgili olarak sol örgüt ve hareketlerinin benimsediği tutum ve söylemler ele alınıyor. Özellikle Türkiye Komünist Partisi (TKP) ve Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) yaklaşımları mercek altına alınıyor.
1950’li yıllarda Türkiye’de Kıbrıs Sorununa dair söz söyleyen tek sol hareket olarak yasadışı TKP’yi görürüz. TKP’nin Kıbrıs’a bakışını büyük ölçüde “dünya komünist hareketinin merkezi” sayılan Sovyetler Birliği’nin ve Yunan Komünist Partisi (YKP) ile AKEL gibi “kardeş partilerin” belirlediğini söylemek abartma sayılmasa gerektir.
TKP’nin bakış açısına göre, temel mesele adada kolonyalizmin sona ermesi ve emperyalizmin geriletilmesiydi. Bu çerçeve içinde Kıbrıslı Rumların self-determinasyon talebi ve anti-kolonyal mücadelesi, YKP ve AKEL gibi TKP tarafından da destekleniyordu. Ne var ki, Kıbrıslı Rumların mücadelesinin nihai amacı Yunanistan ile birleşmekti (Enosis). Bunun başarılması durumunda Kıbrıs’ın NATO üyesi Yunanistan’a bağlanıp NATO’nun denetimi altına gireceği paradoks bir biçimde gözden kaçırılıyordu.
TKP, gerek Bizim Radyo üstünden yaptığı yayınlarda, gerekse Nazım Hikmet’in mesaj ve mektuplarında Kıbrıs Rum toplumunun mücadelesine destek veriyor ve Kıbrıslı Türkleri bu mücadeleye katkı koymaya çağırıyordu. Yine paradoks bir biçimde, dönemin Menderes hükümetinin “bağımsız ve milli dış politikadan uzaklaştığını”, “emperyalizmin uşaklığını yaptığını” vurguluyordu ama, Yunanistan’da hükümetlerin İngiltere ve ABD’nin tahakkümü altında olduğu dikkate alınmıyordu.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan üç yıl sonra başlayan etnik çatışmalarda TKP’yi bir kez daha AKEL’in çizgisinde ve Makarios’un yanında görürüz. TKP Merkez Komitesi 20 Şubat 1964 tarihli toplantısında Kıbrıs ile ilgili aldığı kararda, “Kıbrıs halkının milli kurtuluş ve bağımsızlık savaşının kesin bir safhaya girdiğine vurguluyor”, bu savaşın “İngiliz sömürgeciliği ile Kıbrıs halkı arasında yaşandığını” ileri sürüyor ve Türkiye hükümetini “emperyalist NATO bloku ile birlikte hareket etmekle” eleştiriyordu.
TKP, AKEL’in o dönemde ileri sürdüğü “bağımsızlığın tamamlanması” tezini benimsiyor ve yine AKEL’in yolundan giderek Zürih-Londra Antlaşmalarının değiştirilmesi ve Garantörlük sistemine son verilmesini savunuyordu. Makarios’a açık destek beyan etmekten çekinmiyordu. Oysa Makarios Enosis’i savunuyor ve etnik çatışmaların Enosis’le sonuçlanmasını umuyordu. AKEL de “anti-emperyalist” mücadele adına Makarios’u destekliyor ve Kıbrıslı Türkleri Makarios’u desteklemeye davet ediyordu.
TKP, Türkiye’yi NATO ile birlikte hareket etmekle suçlarken, Yunanistan ve Kıbrıs Rum liderliğinin Enosis politikasının son tahlilde NATO’ya hizmet edeceğini gözden kaçırıyordu. Nitekim TKP yönetiminin bu tavrı parti içi bölünmelere yol açacaktı.
1961 yılında kurulan TİP de Kıbrıs Sorununa ağırlıkla “anti-emperyalizm” penceresinden bakıyordu. Fakat özellikle TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın 10 Mayıs 1964 tarihinde Bursa’da yaptığı konuşmadan sonra karşı karşıya kaldığı saldırılar, TİP’i, TKP’den farklı olarak, kendine has bir “milli çizgi” izlemeye itti.
Aybar, Bursa konuşmasında Türkiye’nin 1923 Lozan Anlaşması ile Kıbrıs’ın İngiltere tarafından ilhakını tanıdığını ve 1955’e kadar da Kıbrıs diye bir meselesi olmadığını, Kıbrıslı Rumların İngilizlere karşı 1955 Nisanı’nda başkaldırmaları üzerine İngiltere’nin Türkiye’yi, Kıbrıs üzerinde hak sahibi olarak ortaya çıkması ve Yunanlılar ile dünya kamuoyu önünde yalnızlıktan kurtulması için Londra Konferansı’na çağırdığını söylemişti. Bu davete “dönemin maceracı Türkiye hükümeti tehalükle (helak olurcasına) koştuğunu ve bu tarihten sonra Kıbrıs, Türkiye için “buhranlar yaratan bir mesele haline geldiğini” ileri süren Aybar, Kıbrıslı Türklerin can ve mal güvenliği ile insanca yaşama hakkının sağlanması gerektiğini ama bunun Misak-ı Milli dışında hiçbir toprak üzerinde iddia olmadan yapılmasını savunmuştu.
Mehmet Ali Aybar’ın bu konuşması büyük tepkilere yol açtı. Parti binaları taşlandı ve TİP’ten ayrılanlar oldu. Milliyetçi cenahın baskıları sonucunda TİP söylemini değiştirmek zorunda kaldı. Parti, Türkiye hükümetlerini “emperyalizmin güdümünde” olmak ve “milli çıkarları” korumamakla suçlamaya devam ediyordu ama “milli çıkarları” tanımlarken, Kıbrıs’ta Rum toplumunun o dönemde asla kabul etmediği federal devlet fikrinden söz ediyor ve Türk ordusunun adaya müdahale etmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Kısacası, parti “anti-emperyalist” mücadele adına, Kıbrıs’ta milliyetçi sayılabilecek tavırlar sergiliyordu.
Yunan Soluna bakarsak, durumun pek farklı olmadığını görürüz. Yunanistan solu da Kıbrıs Sorunu “milli mesele” olarak ele alıyordu ve soruna “bağımsız dış politika” ile “anti-emperyalist mücadele” açısından bakıyor, Yunan hükümetlerini emperyalizmin çıkarlarını savunmakla suçluyordu. Yunan soluna göre, Kıbrıs’ta izlenmesi gereken “milli politika” Kıbrıslı Rumların “self determinasyon hakkı üzerinden Enosis’i” savunmaktı. Gerek Yunan Komünist Partisi (YKP), gerekse 1951 yılında kurulan Eniai Dimokratiki Aristera (Birleşik Demokratik Sol) EDA, “en adil” çözümün Enosis olduğunu ileri sürüyor ve “emperyalizmin uşaklığını yapan” Yunan hükümetlerini Enosis davasına ihanet etmekle suçluyordu.
1963 yılının sonunda başlayan etnik çatışmalardan sonra Makarios’un bir yandan Enosis, diğer yandan da Kıbrıslı Türkleri azınlık konumuna indirgeme politikalarını destekleyen Yunan solu, Makarios’u “anti-emperyalist” bir lider olarak tanımlıyordu. Zürih-Londra Antlaşmalarının derhal geçersiz ilan edilmesini ve Kıbrıs halkının, -aslında kast edilen Kıbrıslı Rumlardı- self- determinasyon hakkını kullanmasını istiyordu.
Kısacası, hem Yunan Komünist Partisi, hem EDA hem de AKEL, Enosis’e açılan bir kapı olarak gördükleri self determinasyon hakkından söz ediyorlardı.
AKEL’e gelince. 1926 yılında kurulan Kıbrıs Komünist Partisi (KKP) Enosis’e itiraz edip adanın ‘Sosyalist Balkan Federasyonu’ içinde yer almasını savunurken, 1941 yılında KKP’nin devamı olarak kurulan AKEL, Enosis talebini yükseltmeye başladı. Ortadoğu’da komünist partilerin milliyetçilerle işbirliği yapmalarını ve böylece İngiliz-Amerikan nüfuzunu kırmayı öneren Komintern’in tavrı bunda etkili olduğu anlaşılıyor. AKEL ulusların kendi kaderini tayin hakkını ileri sürüyor ve kitlesel gösterilerle Enosis’i gerçekleştirmenin yollarını arıyordu. Nitekim partinin kurucularından olan ilk Genel Sekreter Plutis Servas, AKEL’in “halkın uçuşan hayallerine tutunarak” önemli bir siyasi güç haline gelmeyi amaçladığını söyleyecekti.
AKEL, milliyetçi-muhafazakar kesimler gibi Kıbrıslı Türklerin adadaki varlığını “tarihsel bir talihsizlik” olarak görmüyordu ama, Kıbrıslı Rumların self-determinasyon, Enosis talebinin bir “hak” olduğunu ve “azınlık” olan Kıbrıslı Türklerin bu hakka saygı duyması gerektiğini ileri sürüyordu.
AKEL’e göre, Kıbrıs’ta “egemen halk” çoğunluk olan Kıbrıslı Rumlardı ve Kıbrıslı Türklere düşen görev bu gerçeği kabul etmekti. “Demokrasi” bunu gerektiriyordu.
AKEL bu tavrını Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra da sürdürdü. Parti, “anti-emperyalist” mücadele adına Kıbrıslı Türkleri Makarios’u desteklemeye davet ediyor ve azınlık konumunu kabul etmelerini bekliyordu.
Görüleceği gibi, Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan’da ana akım sol hareketler, (TKP hariç, çünkü SB etkisi altındaydı) ulus-merkezli politikalara yönelmekten imtina etmediler ve “anti-emperyalist” mücadele adına milliyetçi politikalara savruldular.
Ve şurası da bir gerçektir ki, gerek TİP, gerek, EDA gerekse de AKEL, kısmen Kıbrıs Sorunu etrafında geliştirdikleri milli söylemler sayesinde güçlendiler.