1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Sömürge, Sömürgeci ve Sömürülen
Sömürge, Sömürgeci ve Sömürülen

Sömürge, Sömürgeci ve Sömürülen

Erhan Öze; “Sömürge” kelimesinin kökü olan “sömür[mek” TC Dil Devrimi sırasında Osmanlıcaya Arapçadan transfer edilen ve halk ağzında var olan “istismar” kelime manasının Latin fonetiği içerisinde seslendirilmesi ile i

A+A-

 

Erhan Öze

[email protected]

 



Sömürge

        Sömürge” kelimesinin kökü olan “sömür[mek” TC Dil Devrimi sırasında Osmanlıcaya Arapçadan transfer edilen ve halk ağzında var olan “istismar” kelime manasının Latin fonetiği içerisinde seslendirilmesi ile icat edilmiştir. Fakat “istismar” kelimesinin yanında belirtilen diğer anlamlar ise güncel Türkçede “ürün, meyve” anlamına gelen Osmanlıca “semere” ile “ürün veren” anlamına gelen Osmanlıca “müsmir”dir. Her iki kelime de yine Arapçadan Osmanlıcaya geçmiştir ve bir oluşum sürecine işaret etmektedir. Bu tarifler göz önüne alındığında, “sömür[mek” kelimesi bu diğer köklerinden edinebileceği anlamlarla üretken ve pozitif bir manaya kavuşur. Bu pozitif durumu “sömürge” kelimesinin karşılığı olarak verilen ve Arapçada “yeni bir kişi ya da etnik grup tarafından kanuni yollarla kontrolü devralınan (sahip olunan)” anlamında kullanılan “mostamlak” kökünden üretilmiş Osmanlıca “müstemleke” kelimesi de destekler. Çünkü yapılanın kurallara bağlı kalınarak herhangi bir hak kaybı yaşanmadan, pozitif bir düzlemde olduğu fikrini ortaya koyar. Fakat burada bir yanılsama var mıdır? Çünkü durum, kanun koyucunun kim olduğu ve kimleri hangi koşullarda ve hangi kurallara bağlı kalarak değerlendirdiğine göre değişebilecek bir algıdır. Bu anlamda da Türkçe “sömürge” kelimesinin Osmanlıca karşılığı olan “müstemleke” kelimesi, Arapçada “zorla alınmış veya işgal edilen (kolonileştirilen)” anlamına gelen “musta'amar” kelimesiyle kök olarak bağlanmasa da, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi ele geçirdiği ve vilayetleri üzerinden hükümranlığını kurduğu topraklara kendi kanunları içerisinden hak ve adaleti getireceği açıktır. O yüzden de güç sahibinin durumu kendi kanunsal ve dilsel alanından pozitif manaya taşıması kendi kurduğu dünya içerisinden anlamlıdır. Buna karşılık olarak ise onun kendi dünyasını yıkan her diğer gücün yaptığını negatif bir düzlemde tarif etmesi de doğaldır.

Buna benzer şekilde, erken Cumhuriyet döneminde sömürge kelimesi ve benzer bağlamlarda üretilen ötekilik barındıran kelimeler TC bürokrasisinin toplumsal olarak kendi içinde ve dışarıya bakış olarak nasıl bir noktada durduğu konusunda ipuçları verir. Bu ipuçları TC kurumlarının tarih, din, başkent vb. konularında Osmanlı merkezini nasıl kaydırmış oldukları ve bu paralelde inşa ettikleri yeni dille ilgilidir. Osmanlı’nın kaybettiklerini ve nasıl bir pozisyona düştüğü veya düşürüldüğü tariflerini kapsayan bu kurgular, toplumsal alt bilinç içinde dil vasıtası ile tarihsel olanın içinde yaşanmışa sahip çıkarak halkın hislerine ortak olmayı amaçlar. Yine aynı bürokrasi, kendini zaman içinde modernlik ile özdeşleştirerek onu hem bir araç hem de bir amaç olarak kullanır ve gerek yabancı eğitmenler gerekse Avrupa eksenindeki yabancı ülkelerde eğitim almış Türkiyeli figürler sayesinde her alanda yenilikçi melez formlarını ortaya koyar. Bir anlamda kendilerini yeni baştan kuracak olan dili, yani kendi kendilerini kolonize edecek alanı ve bilgiyi seçmiş olurlar; bu Osmanlı’nın batıdan yoğun etkilendiği süreçten pek de farklı olmayıp devamı sayılmaktadır. O yüzden de tek yapılan, toplumsal olarak “yeni” ve bir yandan da ilerici yaşam bilgisi temelli sömürüyü ve transferi icra edebilecekleri yeni yolları Türkiye üzerinden oluşturmaktır. Böylece Avrupa merkezli icat edilmiş olan modernlik kurgusu ve kolonyal auranın içine kendi istekleri ile girerler, aktif bir aktör olarak icatlara hem ortak hem mesken olurlar ve yerlerini kültürel bir sömürge olarak edinirler. Fakat Türklerin Osmanlı olan özleri, ne kadar cumhuriyet gözlüklerinden baksalar da onlara ötekiyi Osmanlı deneyiminden kolektif olarak biriktirdikleri üzerinden kurdurur. Bu vesileyle ürün olma sürecinde olan herhangi bir Avrupa “kolonisini”, Avrupa’dan kendi kültürel sömürülerini ve bu sömürüden nasiplenen kolonyal zihinsel bedenlerini yani birer melez ürün olarak benliklerini göz ardı ederek “sömürge” olarak isimlendirirler. Bu isimlendirme, Avrupa’nın kurduğu şark kavramını oluşturan “önyargıların” tekrar tekrar farklı zamanlarda, farklı tarihsel koşullara bağlı formlarda “şark” tarafından üretilmesine benzer ve sömürge kelimesi özelinde kurulan anlamsal çağrıyı tetikler. Esasta negatif olan anlamsal çağrıyı kuran ise toplumsal deneyimsel yaşanmışlıklar, kolektif tarih olan toplumsal kültürel birikintiler ve onlara ithafen tarih anlamında kaleme alınmış metinler üzerinden eğitimi sağlanan grupları temel alarak iktidarını kuran bürokrasiler ya da toplumsal diğer odaklardır. Yoksa Osmanlı’nın uzun zaman müttefikliğini yapmış, gerek I. Dünya Savaşı’nda gerekse öncesinde politik olarak toprak da kaybetmesine neden olmuş İngiliz İmparatorluğu, Fransız İmparatorluğu vd.,  Osmanlı’nın deney halinde olan yeni batılı ve batılı sayılan geçerliliği kanıtlanmış bakış açılarını kurmasına neden olan bilgilerin transfer edildiği asıl merkezlerdir. Fakat diğer imparatorluklara karşı Osmanlı içinde öteki kavramları, Osmanlı bürokrasisinin kaybettiği hızlı adaptasyon gücünden ya da her farklı yeni eğilime hızlı adapte olup bölünen algısı kaynaklı kendi bölünmüş bürokrasisi ile Osmanlı içindeki farklı milletlerin bölünmüşlükle yabancılara ve kendi toplumu içinde onları temsil eden diğerlerine karşı tetiklenen sempati ve kızgınlıklarından dolayı oluşur. İmparatorluktan cumhuriyete geçişle birlikte ise Osmanlı’nın farklı çoğulluklardaki farklı kültürel üretim ve birikimlerinin mirasını alan Türkiye Cumhuriyeti toplumu da yeni üretilen cumhuriyet gözlükleri ile toplumsal alana bakarak kendi tarihlerinde gerek Osmanlı ötekilemesi ile gerekse alt bilinçlerinde diğer ötekilere dair var olan eski sempati ve kızgınlıklarla yabancıların dünyasal kavrayış ve varoluşlarının etkilerini yani kolonilerini tarifen kavramsal algılarını ve sömürge ismini kurar.

Post-kolonyal durumda ise esas sorun eskiden beri Osmanlı’nın temsil ettiği Müslüman dünya imajının TC’nin kurulması sonrasında ortadan kalkması ama batının coğrafi alan için biçtiği şark kavramından ne TC’nin ne de “batı”nın kendisinin kurtulamamış olmasıdır. Hâlbuki Türkiye, toprakları işgal edilmeden kolonyal formların rahatça üretilebildiği ve melezleştiği bir coğrafyadır. Bu, gerek Osmanlı kozmopolitliğinin bir semeresi gerekse TC’nin farklı bir süreçte ve formda olan yeni kolonyal formlara talebidir. Yaşanan en önemli kriz ise post-kolonyal okumanın Hristiyan bir Arap olan Edward Said tarafından yapıldığı 1970’lerdir. Bu okuma zihin açıcı olduğu kadar merkezini kaybetmiş olan birçok eski imparatorluğun tarihsel olarak yeniden yer bulmasına ya da kendilerini koydukları eski merkezde olmadıklarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’nin kendi içerisindeki çoğulluklardan kaynaklanan bunalım, post-kolonyal “orientalist ve oksidentalist” okumaları ile ortaya çıkan kavramsal kaymaları tarif ederken, Türkiye’nin bazen Osmanlı’yı bazense Türkiye’yi temsilen tarif edilenlerden ya da tarih olarak kurulanlardan dolayı dışarıda kalıp ne batılı ne de doğulu olarak hangi noktadan doğuya ya da hangi noktada batıya bakılacağı konusunda karmaşa yaşamasıdır. Çünkü Osmanlı kozmopolitizminin parçası olan farklı milletler Osmanlı’yı kendi yeni merkezlerinde düşünmemekteydiler. Bu yüzden de, örneğin Edward Said’e ithafen Araplar için var olan dünya kurgusu, Osmanlı’nın kendi kaybettiği merkezinden çok daha farklı bir dünya tarif eder. Bu bağlamda Arapların Osmanlı’ya karşı yürüttükleri dekolonizasyon hareketlerinden olduğu kadar post-kolonyal durumda da Arapların kendi dünyaları içerisinde Osmanlı’yı ötekilemelerinden bu aşikardır. Basitçe Araplar, Osmanlı’dan kopan diğerleri gibi yeniden kendi sevdiklerini ve sevmediklerini ayırırlar ve bu ayrım üzerinden de istediklerini içeride ya da dışarıda bırakarak kendi doğu-batı tariflerini kurarlar.

Kıbrıs bağlamında ise konu gerek Osmanlı gerekse TC için nettir. Ada, Osmanlı kontrolünden İngiliz İmparatorluğu’na transfer edildiğinde; semeresinden yararlanılan bir vilayetin parçasıdır. TC içinse Kıbrıs 1960’a kadar bir İngiliz İmparatorluğu sömürgesidir. Adalılar için ise ada İngiliz İmparatorluğu idaresinden sonra ne doğudur ne de batıdır. Her ikisinin farklı melez kurgularda evrildiği, kendine münhasır bir yerdir.  

 

Sömürgeci 

Türkçede Koloni yerine Sömürge kavramı icat edilirken; bu işi yapana ve o amaçta olan güçlere de Sömürgeci ismi verilmiştir. Sömürü kelimesine bağlı terminoloji oluşturulurken, tek taraflı çıkar ilişkilerini tarif eden kök anlamının gündeme getirilmesindeki gayenin gerçeği yansıtmak olduğu kadar, kayıp psikolojisi yaşamış Türk toplumunun duruma bakış açısını anlatması olduğu da söylenebilir. Elde edilemeyene ve geri gelmeyecek olan yönetsel güce karşı yaşanan bir özlem söz konusudur. Yoksa Osmanlı İmparatorluğu’nun ulusalcılığın revaçta olmadığı dönemde sınırlarına savaşla kattığı topraklar düşünüldüğü zaman, o bölgelerden sağladığı ganimetin, doğal kaynakların ve düzenli vergilerin de bir sömürü olarak algılanması ve tanımlanması gerekirdi. Fakat ne Osmanlı İmparatorluğu ne de onun halefi olan TC kendi toprak ve nüfus ilişkilerini bir sömürü olarak tarif etmeyi tercih etmemiştir. Hâlbuki Osmanlı da, İngiliz İmparatorluğu ve diğer sömürgeci güçler de, farklı isimlerde olsa da vilayetlerini ya da kolonilerini birer işletme ya da olağan yönetsel bir alan olarak görüyordu. Bu anlamda İngiliz koloni yönetsel birimleri ile Osmanlı vilayet yönetsel birimlerinin kurguları benzerlikler gösterirler. Her ikisi de yönetilecek alana kendi yöneticilerini imparatorluk merkezlerinden tayin ederler. Bu kurgu her ikisinin de farklı dönemlerden, özellikle Roma İmparatorluğu’ndan miras aldıkları ile bağlantılıdır. O yüzden de Osmanlı İmparatorluğu ile İngiliz İmparatorluğu kendi aralarında çok sıkıntı yaşamadan toprakların el değiştirmesini sağlarlar. Fakat bu devir sırasında sömürgeciler, durumun devredilen topraklarda metalar olarak yaşayanlar adına nasıl bir farklılık yaratacağı ile ilgilenmezler. Çünkü bu devredilebilen metalar, İngiliz İmparatorluğu’nun öncülük ederek kaldırılan köle ticaretinde değiştirilen metalarla karşılaştırıldığında, emperyalizmin kulluk temelinde yeniden sağladığı yeni, daha eğitimli “kölelik” formuna tabi tutulurlar. Bu duruma iki imparatorluğun ilişkileri bağlamında en güzel örnekler Osmanlı “Kıbrus” işletmesinin ve yarı otonom olan Mısır’ın İngiliz İmparatorluğu’na gerek savaşlarda teknik destek ve gerekse borçlar karşılığında devredilmeleridir. Bu devirler, “sömürgeci” İngiliz İmparatorluğu ve sömürülenler olarak el değiştiren topraklar yanında coğrafyanın barındırdığı nüfus için nasıl farklı bir deney ve deneyim olduğu düşünülmeden sömürülenleri metalaştırarak yapılmıştır. Bu da İngiliz İmparatorluğu ile Osmanlı arasında oluşturulan anlaşmalar gereği, ev sahipliği Osmanlı’da kalacak biçimde, kiracı İngiliz İmparatorluğu’nun yerel olanı ıslah etmekten, oranın iyi durumda tutulmasından ve gelirlerini düzenli toplamaktan sorumlu olduğu koşulda gerçekleştirilmişti. Çünkü Osmanlı bürokrasisi dönemsel çıkarlarını korumanın yanında kendi devamlılığı için gerek diplomatik gerekse stratejik kararlar almıştı. Bu kararları nasıl sonuçlar doğuracağının farkında olmadan aldıysalar da bir anlamda bu Osmanlı topraklarının batılılaştırılması ya da batılılar tarafından ıslahı için bir yap-işlet-devret modeline dönüşmüştür. Fakat beklenenin aksine bu topraklar, orada yaşayan metaların sömürgecilerin getirdiği diğer metalarla iyi melezleşmesi sonucunda, Osmanlı’nın zamanı gelince geri edineceği avuntusunu ve İngiliz İmparatorluğu’nun şark için kurduğu kolonyal ya da sömürüsel batılılaşma hayallerini boşa çıkartarak ve tüm dünyayı sömürüsü altına alarak hem imparatorlukları dekolonize etmiş hem de neredeyse tüm dünyanın yeni bir dil olan demokrasi sömürüsü altında yeniden kurulmasını sağlamış olan yerel milliyetçiliklerin yeniden icat edildikleri alanlara dönüşerek “bağımsızlıklarına” kavuşmuşturlar.

 

Sömürülen

Kolonize edilen topluluğu tarif ederken, sömürü köklü bir kavram türetmek istersek “Sömürülen” uygun bir durumu tarif eder. Bu durumda sömürülen, bulunduğu coğrafyada, altında yaşamak zorunda olduğu yönetimden muzdarip, kendi kendilerini yönetememekten dolayı mağdur olduğunu düşünen topluluk olur. Kendi ihtiyaçlarını dile getirebilseler de kendi ödedikleri vergilerden diledikleri kadarını kendi topraklarına kanalize edemezler, salt kendi kaynakları ile yapamazlar. Bu durum işletmede zaman içerisinde huzursuzluk doğurur. Hâlbuki sömürülen “kolonize edilen” ile aynı süreci yaşamakla mükelleftir; fakat sömürülenin sömürge yönetimi ile kurduğu ilişkiden farklı olarak, koloni edilen kavramı koloni yönetimi ile daha çok etkileşim içeren psikolojik bir durumu tarif eder. Yani sömürülende tek yönlü gibi algılanan bir alışverişten, kolonize edilende ise iki taraflı yarar ilişkisi olarak düşünülebilen bir etkileşimden söz etmek mümkündür. Fakat durum, koloni kelimesini üreten kolonizatörün tarif ettiği kadar masum değildir.

 

Sömürge, Sömürgeci ve Sömürülen arasındaki ilişki

Daha önce de açıklandığı gibi, kolonizasyon ile ilgili kavramlar Türkçeleştirilirken sömürü kelimesi kökünden hareket edilmiştir. Bu durum; güçlü ve güçsüz arasında tek taraflı bir sömürüyü akla getirmektedir. Sömürülmede ise ne kadar doğal kaynaklar, finansman, iş gücü anlamında düşünülse de, kültürlerinin bozulduğunu savunan bir kesim sömürülen halk da mevcuttur. Bu gruplar, sömürgecinin yerel kültüre yaptığı katkıları değersiz görürler. Çünkü sömürgeci kültürünün yerel kültürden etkilenmediğinden emindirler; bu yüzden o kültürle değişip dejenere olan kendi yeni nesillerinden şikâyetçidirler/muzdariptirler.  Hâlbuki her iki kültür de birbirlerinden ödünç aldıklarıyla melezleşerek var olmaya devam eder. Bazı sömürgelerde ise birden çok etnik grubun varlığı söz konusudur. Böylece, sömürgedeki farklı grupların sömürgeciye dair ürettiği farklı imajlar, günlük yaşamları içerisinde karşılaşarak diğer gruplar tarafından doğrulanır, tasfiye edilir ya da gruplar arasındaki sömürgeci ile olan farklı ilişkiyi ortaya koyar. Her halükarda eşitsizlerin alışverişi gerçekleşir; çünkü ne sömürgeci kültür ne de sömürülen kültür değişmeden kalabileceği bir pozisyondadır.

Fakat sömürge yönetimi bir yandan da yönlendirici pozisyonda olduğu için ülke eğitimini kendi istediği yöne kanalize edebilir. Bu durumda sömürülenler yönetimden daha güçsüz hale düşerler ve kendilerinin kültürel olarak yozlaşmakta olduklarını düşünebilirler. Bunun yozlaşma mı yoksa olağan bir değişim mi olduğu, kimin karar verdiğine göre paradoksaldır. Ama sömürülen, eskiden beri kendi içlerinde var olan “kötü” alışkanlıkların neredeyse hepsinin sömürge yönetimi yüzünden oluştuğunu savunur. Bu yaşanan değişimler sömürülenin gelenekçi kesimleri tarafından “kötü” olarak adlandırılabilir, çünkü eskiden önemsenmesini istedikleri bir alışkanlık, yeni melez bir formda artık olağanlaşmıştır ya da önemini yitirmiştir. Yani kimlik artık kendi içinde bölünmüş ve bağlamsal farklılıklardan türetilen bir şeymiş gibi gözükmez; artık kendinden menkul ve asli şey gibi görünür. Bu modern düzen efektinin yaratılmasında göz ardı edilen, bu kimliğin dışladığına olan bağımlılığıdır (Altok 2001: 285, Micheal: 1988). Bu bağımlılık ilişkisinde sömürülenler, zamanın akışındaki değişikliklere bakmadan sömürge yönetimi ve sömürgeci ötekilemesi üzerinden nedenlendirmelerini yaparlar. Bu durumda “kötü olanlar” kendileri dışındakilere, “iyi olanlar” ise onların toplumsal varoluşlarına mal edilir. Aynı şekilde sömürgede, sömürge yönetiminin beklentisini karşılamayan bir durum her oluştuğunda, sömürülenin buna sebebiyet verdiği bir nedenlendirme kurulur. 

         Orientalist ve oksidentalist bakış açılarına paralel olarak üretilmiş bu kavramlar tanımlanırken, sömürüleni öteki yapan ve bağlı olduğu sömürgecinin pozisyonunu baskın kılan tek bir kültür alanını tarifler. Böylece “sömürge”, yerel kültürü önemsiz kılarak turistik bir gezi olarak görür. Kendi ihtiyaçlarını karşılar ve sömürge işletmesi iyi çalıştıkça bir problem söz konusu olmaz. Micheal’ın “Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi” kitabında Le Bon’dan yaptığı alıntı da bu görüşü desteklemektedir. “Le Bon’a göre her ulusun belli bir zihinsel yapısı vardı, bu şüphesiz beyindeki anatomik değişkenlere tekabül eden ama bilimin henüz tam olarak saptayamadığı değişkenlerden oluşmaktaydı. O milletin duygularından, düşüncelerinden ve inançlarından oluşan bu yapı, katılımsal birikim süreciyle yavaş yavaş gelişiyordu. Bir zenci ya da Japon pekâlâ üniversite diploması alabilir ya da avukat olabilir. Ama bu olsa olsa yüzeysel bir ciladır ve zihinsel yapısını hiç etkilemez.” (Altok 2001:218, Micheal 1988) Tarif edilen duruma göre sömürgedeki yerel halkın hangi eğitim seviyesine geldiği çok da önemli değildir, çünkü kat edecekleri çok uzun bir yolları vardır. Esas problem, sömürge yönetimini sürdürecek olan sömürgeci temsilcilerinin hangi ideolojik görüşler etrafında sömürülerini nasıl daha kolay organize edecekleridir.

 

Kaynak

Micheal, T., (1988), “Colonizing Egypt, Cambridge University Press”, çev: Altok Zeynep (2001), “Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi”, İletişim Yayınları, İstanbul

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 6430 defa okunmuştur