Son Tehcirin Zihniyeti ve Failleri
Son Tehcirin Zihniyeti ve Failleri
İnan Keser
[email protected]
Soğuk Savaş’ın bitip küresel bir yeniden yapılanma dönemine girilen 1990’lı yıllarda bütün Dünya’da silahlı çatışmalar ve buna bağlı olarak tehcirlerde önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak düzeyde bir artış yaşandı.
Bilindiği gibi 1980 askeri darbesini takip eden 1984 yılında, Kürt milliyetçiliği ile Marksist solun özgün bir birleşimi olan Kürdistan İşçi Partisi/PKK, devlet güçlerine yönelik olarak silahlı şiddet eylemlerine başladı. 1990’lara gelindiğinde PKK üyeleri ile devlet güçleri ve onlara bağlı köy korucuları arasındaki silahlı çatışmalar, kimilerince ‘düşük yoğunluklu’ veya ‘gayri nizami savaş’ olarak nitelendirilen bir biçime doğru evrildi. Yaygın silahlı şiddetin Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi’ni etkisine aldığı 1990’ların ilk yarısında, yaşanan en önemli süreçlerden birisi Dünya’yla paralel biçimde tehcirdi.
Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da Boşaltılan Yerleşim Birimleri Nedeniyle Göç Eden Yurttaşlarımızın Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Tespit Edilmesi adıyla kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi araştırma komisyonunun yayımladığı rapora göre, 1997 yılı itibariyle Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde ‘güvenlik güçleri’ tarafından boşaltılan köy sayısı 905, mezra sayısı 2.523, göç ettirilen insan sayısı 378.335 idi. Konuya ilişkin çalışma yapan diğer kuruluşlara göre ise bu süreçte göç ettirilen ya da göç etmek zorunda kalan insan sayısı çok daha fazlaydı. Göç-Der bu dönemde 3.500.000-4.000.000, Human Rights Watch 2.000.000,
Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Türkiye Mimar Mühendisler Odaları Birliği 3.000.000 kişinin yaşam alanlarından ayrıldığını savunurken, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü gerçekleştirdiği yarı-resmi araştırmada 953.680-1.201.200 sayısını telaffuz etti.
Bilindiği gibi göç ettirilen ya da göç etmek zorunda kalan insanlar, kısa sürede Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki il merkezleri ile İstanbul, Adana, İzmir, Mersin ve Bursa gibi Türkiye’nin batısında bulunan önemli şehirlere taşındı. Göç hareketi Türkiye sınırlarını da aştı ve önemli sayıda insan başta Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkeye göç etti. Öyle ki sadece 1990’larda, çoğunluğu Kürt, tahmini 340.000 Türkiye vatandaşı Avrupa ülkelerine sığınma başvurusu yaptı. Yükselen bu göç dalgasına cevap olarak Avrupa ülkeleri sınır kontrollerini ve göçmenlik yasalarını sertleştirmek zorunda kaldı. Örneğin Fransa 1993 yılında Kürt göçmenlere yönelik yeni siyasa ve hedefleri yürürlüğe koydu. 2000-2003 yıllarına gelindiğinde Türkiye kökenliler gelişmiş ülkelere Irak ve Yugoslavyalılardan sonra en çok sığınma başvurusunda bulunanlardı ve Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenlilerin tahmini olarak 620.000 kadarı Kürt’tü. 1990’ların başında Türkiye’nin Irak sınırına yakın yerleşimlerinden sayıları 12.000’e ulaşan bir nüfus kitlesi de gördükleri baskılar sonucunda Irak’ın kuzeyine göç etti. Bu göçmenlerin 2000’e yakını Türkiye’ye geri dönmesine rağmen çoğunluğu, oluşturulan bir kampa yerleşti ve yaşamlarını bugüne kadar bu kampta sürdürmek zorunda kaldı.
Türkiye tarihinin son tehcirinin en ağır biçimde gerçekleştirildiği bölgelerden biri Diyarbakır artalanıydı. Zorla göç ettirme PKK ve Hizbullah’ın nadiren başvurduğu bir yoldu ve yaşanan göç neredeyse tamamıyla güvenlik güçleri ve köy korucularının yapıp ettikleriyle gerçekleşmişti.
Güvenlik güçlerinin zorla göç ettirmeye yaygın biçimde başvurmasının temel nedeni, 1990’lı yılların başında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin uygulamaya koyduğu yeni bir doktrindi. ‘Alan hâkimiyeti doktrini’ olarak adlandırılan bu doktrin ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Soğuk Savaş koşullarına göre oluşturulmuş yapısı büyük bir dönüşüm geçirerek yeni bir biçim kazandı. Örgütlenmesini değiştirerek hareket kabiliyeti yüksek küçük birlikler oluşturan Türk Silahlı Kuvvetleri, aynı zamanda bu birlikleri çatışma bölgelerine hızlı biçimde ulaştırmayı ve PKK üyelerine müdahale etmeyi sağlayacak savaş ve nakliye helikopteri gibi araçları envanterine kattı, birçok ek karakol inşa etti ve çatışmalara girecek personelinin profesyonelleştirilmesine yönelik eğitim programları oluşturdu. Bu doktrinin bir diğer ayağını korucu sayısının hızla arttırılması ve 1990’lara kadar görülmemiş miktarda askeri personelin (tahmini olarak 300.000) Güney Doğu Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde PKK üyelerinin etkili olduğu alanlara yığılması oluşturmaktaydı. Bu doktrinin uygulanmasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri çatışma bölgelerine hızla profesyonel birlikler gönderebilen, oldukça geniş alanları PKK üyelerinden ‘arındırdıktan’ sonra, önceki dönemlerden farklı olarak, garnizonlara çekilmeyip elinde tutmaya devam eden bir yapı kazandı.
Bu doktrininin tehciri başlatan yönü, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK üyelerinden ‘arındırmak’ ve elinde tutmak için belirlediği bölgelerde yaşayanlar üzerindeki kontrolünü arttırmayı temel amaçlardan birisi olarak benimsemesiydi. Hatırlanacağı gibi 1990’lı yılların başında PKK üyeleri, Diyarbakır artalanını oluşturan, Diyarbakır ilinin dağlık alanları ile Bingöl ilinin Genç ilçesi ve Mardin ilinin Mazıdağı ve Derik ilçelerinin kırsal bölgelerinde oldukça rahat hareket edebilmekteydi. Bu nedenle belirtilen bölgeler ve özellikle Diyarbakır ilinin dağlarla kaplı kuzey kesimleri Türk Silahlı Kuvvetleri için alan hâkimiyetinin kurulacağı öncelikli alanlar olarak belirlendi. 1990’lı yılların ilk yarısında bu bölgelerde hemen hemen her yıl hava kuvvetlerinin desteğinde binlerce askerin katıldığı, aylar boyunca süren askeri operasyonlar yürütüldü, yaşayanların önemli bir kısmı da açık ya da örtük zor kullanılarak göç ettirildi.
Tahmin edilebileceği gibi göç ettirilenlerin neredeyse tamamını, oldukça zor hayat koşullarının hüküm sürdüğü dağlık alanlardaki kırsal yerleşimlerde, küçük çaplı hayvancılık ve ziraat ile geçimini sağlayan, silahlı şiddetin neden olduğu olumsuz koşullar paranteze alınsa dahi, oldukça düşük sosyal, kültürel ve ekonomik sermayeye sahip insanlar oluşturmaktaydı.
Şüphesiz tehcir, kategorik olarak temel yurttaş ve insan haklarının açıkça çiğnenmesiydi. Ancak Türkiye tarihinin son tehcirinde yaşananlar, temel yurttaş ve insan haklarının çiğnenmesinden de öteydi.
Öyle ki, yaşananların nasıl bir ‘öte olma hâli’ olduğu, daha “kimlerin göç ettirileceğine, kimlerin hangi nedenlerle karar verdikleri” sorusuna cevap arandığında anlaşılır.
Daha önce belirttiğim gibi 1990’lı yıllarda, Olağanüstü Hal Bölgesi’nde, PKK üyelerinin etkisizleştirilmesi tek hedefti ve tehcir bu hedefe ulaşmak için benimsenen alan hâkimiyeti doktrininin bir parçasıydı. Bu yaklaşım, bölgenin tamamıyla askeri personelin inisiyatifiyle yönetilmesine neden olmuştu ki bu ortamda kimlerin göç ettirileceğine de çoğunlukla yerel güç sahipleri keyfi biçimde karar vermekteydi. Örneğin kimi insanlar, yaşadıkları köyün yakınındaki askeri birliğin PKK üyeleri tarafından saldırıya uğramasına misilleme olarak, kimileri de alt düzeyden askeri yetkililer ile yaşadıkları kişisel sorunlar nedeniyle göç ettirildi.
Çoğunlukla küçük nüfusa sahip köylerin hakim yerleşim biçimi olduğu bu bölgelerde kişilerin ideolojik pozisyonu, köyün etrafında PKK üyelerinin bulunup bulunmadığı, köylülerin siyasi seçimlerde hangi partiyi destekledikleri, korucu olup olmadıkları, korucu iseler askeri operasyonlara katılmayı kabul edip etmedikleri veya akrabalarından PKK üyesi olup olmadığı gibi görünür bilgilerden hareketle 1990’lı yıllarda kolayca belirlenebilmekteydi. Belirtilen dönemin, silahlı çatışmalar yanında korucu sayısının da hızla arttığı bir dönem olması, bu dönemi, kişilerin tarafsız kalmasının ya da tarafsız olarak tanımlanmasının mümkün olmadığı bir döneme dönüştürmüştü. Devlet görevlilerinin köylülerin korucu olmasına yönelik taleplerini baskı seviyesine yükseltmiş olması ve korucu olmayı turnusol kağıdı gibi kullanmaları köylülerin bir kısmının da bunu reddetmesi, bu kişilerin PKK yandaşı olarak etiketlenerek tehcir edilmesi sonucunu doğurdu.
Bu dönemde güvenlik güçleri, PKK üyelerinin gıda teminini engellemek amacıyla kırsal yerleşimlerde yaşayanların hayvanlarını, mera ve yayla gibi kontrolü zor alanlara götürmelerini ve tarım alanlarına ulaşmalarını engelleme uygulamasına da başvurdu. Güvenlik güçlerinin bu dönemde başvurduğu bir başka yöntem de hanelerde belirli miktarın üzerindeki gıda maddesi ve birçok başka malzemenin bulundurulmasını engellemekti. Çoğunlukla köyleri kentlere bağlayan yollardaki arama noktalarında güvenlik güçlerince gerçekleştirilen kontrollerle kişilerin, kentlerden aldığı belirli miktarların üzerinde gıda maddesi ve başka malzemeleri köylerine götürmesi engellenmekte, köylerde sık sık yapılan ev aramalarıyla da gıda ve diğer malzemelere ilişkin denetim sürekli hale getirilmekteydi. Ekonomik üretimi ve yaşamı sürdürmeyi neredeyse imkansız hale getiren bu uygulamalar PKK üyelerinin lojistik desteğini kesmek amacı yanında birçok örnekte görüldüğü üzere kişileri göç etmeye zorlamanın bir aracı olarak da kullanılmaktaydı.
Korucuların faili olduğu göç vakalarındaki kişisellik ve keyfilik daha da çarpıcıydı. Bilindiği gibi koruculuk genelde kişi değil, aile ya da köy düzeyinde kabul edildi. Korucu olma sürecinde geçmişte köyler ya da aynı köyde yaşayan aileler arasındaki ilişkilerin niteliği de belirleyiciydi ve aralarında kötü ilişkiler olan köylerden ya da ailelerden birinin korucu olması durumunda genelde diğeri koruculuğu kabul etmedi. Sonuçta, eski ‘husumetler’ yeniden, ancak geçmişten daha keskin biçimde gündeme geldi ve bu husumet sıklıkla korucu olmayanların tehciriyle sonuçlandı.
Gelir düzeyleri üzerinden yükselen ve sosyal hayatta keskin eşitsiz güç ilişkilerinin inşa edilmesine neden olan bir sosyal tabakalaşma biçiminin bölgede hâkim olması da, tehcirde önemli rol oynadı. Eşitsiz güç ilişkilerinin uzun süredir varolması ile neredeyse değişmez olarak görülen tabakalar arası ilişkiler, PKK üyelerinin bahse konu kırsal alanlarda etkinliklerini arttırmaya başladığı ve aynı zamanda koruculuğun yaygınlaştığı 1980’lerin ikinci yarısından itibaren, bir başka ifadeyle güç ilişkileri alanında yeni faillerin varolması ile birlikte değişmeye başladı. Koruculuğun bölgedeki en güçlü fail olan devlet ile iyi ilişkiler kurmanın temel yollarından biri haline geldiği çok kısa sürede geniş kesimler tarafından kavrandı. Böylece koruculuk vasıtasıyla, geçmişte sadece en üst sosyal tabakaya mensup sınırlı sayıdaki ailenin sahip olduğu, devlet ile iyi ilişkiler üzerinden güç edinme tekeli kırıldı. 1980’lerin sonlarından itibaren korucuların, askeri açıdan en önemli bilgi kaynaklarından birine dönüşmesi, askeri operasyonlara aktif olarak katılmaları ve sık sık PKK üyelerinin saldırılarına maruz kalmalarıyla sivil ve askeri bürokrasi nezdindeki prestijleri ve buna bağlı olarak devletten gördükleri desteğin düzeyi ve biçimi de neredeyse sınırsız bir hâl aldı. Devletin şiddet uygulama tekelinin bir kısmı koruculara devredildi ve korucuların gerçekleştirildiği fiillerin yürürlükteki yasalara uygun olup olmadığı genelde bugüne kadar sorgulanmadı.
Böylelikle, farklı sosyal tabakaların, sosyal ve ekonomik güçlerini korumak ya da arttırmak için koruculuğun merkezi rol oynadığı stratejiler geliştirdiğine tanıklık edildi. Üst kesimden bazı aileler sahip oldukları sosyal pozisyonları korumak veya tahkim etmek için koruculaşırken, bu türden ailelerin, koruculuğu kabul etmediği yerlerde orta ve alt kesimden aileler hızla koruculaşarak devlet ile iyi ilişkilere sahip yeni güç olarak ortaya çıktı.
Bu bağlamda, tehcir vakalarının hatırı sayılır bir kısmında korucuların birincil amacı ekonomik, dolayısıyla sosyal güç kazanmaktı. Başka bir ifade ile göç ettirilecek kişilerden geriye kalan tarım arazileri korucular tarafından önemli bir maddi kazanç kaynağı olarak görüldüğü için birçok vakada korucular, aralarında herhangi bir ailevi veya kişisel husumet bulunmayan ya da PKK taraftarı olmayan aileleri de sebep göstermeden göç ettirdi.
Doğal olarak yaşanan tehcir sürecinin temel niteliklerinden birisi göç ettiren kişi ve ailelerin sahip oldukları güçte bir anda gerçekleşen yükselmeydi ki bu nedenle tehcir, kurbanları tarafından sıklıkla ‘ayaklar baş oldu’ sözüyle ifade edilmeye başlandı.
Bir anda uygulamaya konulan ve gerçekleştirilen tehcirle çok geniş alanlar neredeyse insansızlaştırılmış bölgelere dönüştürüldü. Zaten tehcirin, yaygın biçimde ‘köy boşaltma’ olarak adlandırılması hem tehcirden en çok köyde yaşayanların etkilendiğini, hem de belirli bir coğrafi alanın neredeyse insansızlaştırıldığını/boş hale getirildiğini göstermekteydi.
Bu insansızlaştırma/boşaltma sürecinde, insanları yaşam alanlarından uzaklaştırmak için sıklıkla açık zor kullanıldı. Açık zorun biçimi ise genelde insanlara ve mallarına yönelik sınırsız saldırı biçimindeydi. Bu saldırılar sonucunda insanların sadece sahip olduğu tarımsal ekili alan, konut, ağaç ve asma gibi taşınmaz malları değil yanlarında götürebilecekleri ev eşyaları, hayvanları, ulaşım araçları, ziynet eşyaları ve paraları da büyük oranda tahrip edildi. Tahrip edilmeyen asma, ağaç, ekili alan, konut gibi taşınmaz mallara ise çoğunlukla korucular tarafından el konuldu. Zoru kullananların, tahrip ederken en maliyetsiz yok etme tekniği olan ateşe vermeye çok sık başvurması nedeniyle tehciri yaşayanların birçoğu onu ‘köyün yakılması’ olarak adlandırdı.
Tehcir anında kullanılan zorun biçimi sadece insanların sahip oldukları malların tahrip edilmesiyle sınırlı değildi ve önemli sayıda insan, maruz kaldığı fiiller neticesinde yaralandı ya da öldü. Öyle ki açık zora maruz kalmasa da, can korkusu nedeniyle göç etmek zorunda kalanların dahi azımsanamayacak bir kısmı göç esnasında yaralandı veya yakın çevresinden kişilerin öldürüldüğüne tanık oldu.
Bu nedenlerle yaşanan, nedeni ne olursa olsun, bir insan grubunun yaşam alanlarından bir başka yere göç ettirilmesi değil, açık ve insafsız bir cezalandırma eylemiydi. Hatta tehcir insanların, şiddetin her türlüsü uygulanarak cezalandırıldığı ‘anlık’ bir şey değil, nesilden nesile aktarılacak ağır ruhsal ve sosyal travmalar sürecinin sadece başlangıcıydı.
-----------------------------------------------------------------
*Not: Bu yazı, Ütopya Yayınlarında 2011’de yayımlanan “Göç ve Zor: Diyarbakır Örneğinde Göç ve Zorunlu” kitabımın özeti niteliğindedir. Bilgi Üniversitesi tarafından 3-4 Ekim 2015 tarihinde düzenlenen “2. Anadolu Travma Çalışma Günleri”nde sunulmuştur.