SON TEST…
Önceki gece HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Diyarbakır’da evimde zorla gözaltına alınma kararıyla emniyet yetkilileri kapımdalar” tweeti ile birlikte Türkiye’nin kıyamet senaryosunda yeni bir perde açıldı. HDP’nin 11 milletvekili; Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Ferhat Encü, Leyla Birlik, Selma Irmak, Abdullah Zeydan, İdris Baluken, Sırrı Süreyya Önder, Ziya Pir, Gülser Yıldırım ve Nursel Aydoğan gözaltına alındılar. Demirtaş, Yüksekdağ, Baluken, Birlik, Yıldırım ve Aydoğan olmak üzere 6 HDP’li tutuklandılar.
Diyarbakır Belediyesi Eş Başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın gözaltına alınıp tutuklanmalarıyla başlayan ve diğer HDP’li belediye başkanlarının tutuklanmalarıyla genişleyen operasyon, son seçimlerde yaklaşık 6 milyon oy alarak 59 milletvekili kazanmış TBMM’nin 3. Büyük partisinin milletvekili ve eş genel başkanlarına kadar uzandı.
Kışanak ve Anlı’nın tutuklanmasını takiben HDP’den sokağa taşacak büyük bir tepki beklentisi olanlara Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş’un yanıtı ilginçti: “Sokak çağrılarına halk, sokağa çıkmayarak yanıt vermiştir. HDP yönetiminin bundan sonra iki elini başının arasına alarak bunun nedenleri üzerine düşünmesi iyi olacaktır”. Anlaşılan o ki, Kışanak ve Anlı’nın tutuklanmalarıyla bir anlamda halkın tepkisini test eden rejim, şimdi HDP’li vekiller ve eş başkanlarla el yükseltiyor. Eğer rejimin beklentileri doğrultusunda halktan “düşük yoğunluklu bir tepki” gelirse mesele rejim açısından çözülmüş olacak. Tepkiler beklendiğinin aksine büyük olursa da bugüne kadar olduğu gibi “pardon” denecek ve HDP yöneticileri serbest bırakılacak. Ne zamana kadar? Gerilimden, kaostan beslenen; siyaseti ticaretle harmanlayan ve ülke umuruyla değil, kendi bekasını öncelik edinen rejim açısından bunun ucu- sonu yok.
Rejimin “test çalışmaları” aslında yeni değil. Doğu ve Güneydoğu’daki tepkilerin ne rejim açısından ne “batıdaki halk açısından” ne de dünya açısından kayda değer hükmünün olmadığı; 40 yıla dayanan düşük yoğunluklu iç savaşın kanıksattığı sokak eylemleri ve ölümlerin Kürtler dışında hiç kimsenin umurunda olmadığı “var sayılıyor”. Kendisini Kürt sorunu zemininde inşa eden bir muhalefet türüne karşı rejim “geleneksel – askeri yöntemlere” başvurabileceğini ve bunun da kimse açsından “sorun yaratmayacağını” düşünüyor. Ülkenin batısından filizlenen, “yaşam biçimi” ve “laik hassasiyetler” zemininde inşa edilmeye çalışılan ve rejim açısından daha önce deneyimlenmeyen muhalefet kapasitesi ise Gezi döneminde test edilmişti… Rejim geride bıraktığı 15 yıl içerisinde uzlaşma, bir araya gelme ihtimali olmayan ve birine vurulduğunda öbürünün ses çıkarmayacağından emin olunan, dağınık muhalif gruplarla karşı karşıya olduğunu çok biliyor artık.
Cambaza bakmaktan ne olup bittiğini anlayamıyoruz ama aslında “son testleri” yapıyor rejim. Durup dururken Ankara’da Aşure etkinliklerini yasaklayarak Alevileri, Cumhuriyet yazarlarını derdest ederek ulusalcı- laik hassasiyeti olan kitleyi HDP’li başkanları tutuklayarak Kürtleri test ediyor. Eğer iflah olmaz bir romantikseniz, şu son aylara sığdırılan “dürtüklemelerden” hareketle büyük bir öfke patlamasının yaşanacağına dair kitaba el basabilirsiniz fakat… Türkiye’de herkes sadece kendi ayağına basıldığında ses çıkarıyor…
Peki neyin testi bu?
Çok açık ki Türkiye artık 2 partili bir başkanlık sistemine götürülüyor. Karşı olanların bu rotayı değiştirme kapasitesi test edildikçe de süreç hızlanıyor aslında. Başkanlık sistemi Türkiye açısından iyi midir, kötü müdür? Hangi koşullarda bir Başkanlık sistemi Türkiye’nin meselelerini halleder? Parlamenter sistemin alternatifi Başkanlık sistemi midir? Bu ve bunun gibi çoğaltılabilecek sorular üzerinden sağlıklı ve bünyeye uygun bir sistem tartışması yapamadığımız için çizilen rotadan milim sapmaksızın ilerliyoruz aslında.
Erdoğan liderliğinde AKP- MHP “gayrı meşru ilişkisinin” ürünü olan 3. Milliyetçi Cephe yeni Türkiye dizaynını tamamlıyor. Dışarıda saldırgan ve yayılmacı, içeride İslamofaşist karakter kazanan bu yeni rejimde saflar da netleşiyor. 2 partili başkanlık sisteminin mutlak dayatıcıları için siyasal konsolidasyon büyük önem taşıyor.
Bunun için AKP ile MHP arasında “ayrıntılarda ortaya çıkan” farklılıklar törpülenirken, muhalefet pozisyonu için öngörülen oluşumda da benzer bir bütünleşme hedefleniyor.
Kulağa hiç hoş gelmediği açık fakat, HDP’nin “belinin kırılarak” marjinalize edilmesinin rejim açısından asıl gerekçesi, muhalefette yeni parametrelere uygun yeni bir birlik zemininin oluşturulması. Böylelikle aşağı yukarı %30-40’larda bir muhalefet, %51’i mutlak biçimde kontrol altında tutacak bir iktidar partisinden oluşacak, kurumlaşmış bir 2 partili sistem planlanıyor.
Siyaset açısından her alt üst oluş beraberinde fırsatları ve açmazları da getiriyor kuşkusuz. Kafası kesik tavuk gibi ortalıkta dolanan ve sürece müdahale etme kapasitesinden yoksun muhalefet, her şeye rağmen bu kıyamet içerisinde ortaya çıkan yeni parametreleri doğru okuyarak yepyeni bir muhalefet bloğu oluşturabilir.
Erdoğan rejimine son vermek için değil, her şeyden önce tutarlı ve siyaseten sürdürülebilir bir muhalefet için… Yine kulağa hiç hoş gelmediğinin farkındayım fakat Türkiye için şu an öncelikli mesele Erdoğan rejiminden kurtulmak değil, bu rejimden kurtulunmasını sağlayacak muhalefet bloğunu oluşturabilmektir. Zira yeni demokratik değerler zemininde geniş ve “müdahale etme kapasitesine sahip” bir muhalefet bloğu oluşturulamadığı takdirde birbirinin dayak yemesini sessizce seyreden, sadece kendisine dokunulduğunda ses çıkaran ve o zaman da yanında berisinde kimseyi bulamayan irili ufaklı muhalefet gruplarından gayrı bir şey kalmıyor elimizde…
Güçlü ve sürdürülebilir muhalefet bloğu oluşturulamadığında ne 3. MC aracılığıyla dizayn edilmekte olunan yeni rejimin kurulmasına ve kurumlaşmasına da, Kürtlerle ister bir arada yaşanarak, ister ayrılınarak ama illa ki yeni bir haritaya kavuşacak olan Ortadoğu bataklığında boğulma riskine de, “müdahale edebilme şansı” olmayacak.
Erdoğan rejiminin belki de tek hayrı, bu coğrafyanın bundan sonraki yazgısına dair özne olup olmayacağı konusunda tek tek her yurdum insanını eşi görülmemiş biçimde baskılarken, “ya birlikte var olacağız, ya birlikte yok olacağız” ikilemini muhalif ya da yandaş, her TC yurttaşının önüne bırakmış olmasıdır.
Yoksa işte her biri için birbirinden nefret eden insanların “hesap soracağız” diye homurdandığı, küçük gruplar halinde “demokrasi nöbetleri” tuttukları Cumhuriyet yazarları bu büyük toplama kampının bir koğuşuna, HDP’liler bir koğuşuna tıkıştırılmış durumda… Ve daha herkese yer var bu toplama kampında…